5237 sayılı Türk ceza kanununun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında 155. maddede güveni kötüye kullanma suçu düzenlenmiştir. Bir başka kişiye ait olmasına rağmen korumak ya da belirli bir şekilde kullanmak niyetiyle zilyetliği kendisine verilmiş olan mal üzerinde kendisinin veya bir başka kişinin menfaatin ne zilyetliğinin devri amacı haricinde tasarruf da bulunmuş olan ya da bu devir olgusunu inkâr eden kişi bir şikâyetin mevcudiyeti üzerine altı aydan iki yıla kadar hapis ve adli para cezası ile cezalandırılması gerekmektedir. Suçun meslek ve sanat ticareti ya da hizmet ilişkisinin veya hangi sebepten meydana gelmiş olursa olsun bir başka kişinin mallarını idare etmek yetkisinin gereği olacak şekilde tevdi ve teslim edilmiş eşya ile ilgili olarak işlenmesi durumunda bir yıldan yedi yıla kadar hapis ve 3000 yıla kadar adli para cezasının söz konusu olmasa gündeme gelir.
Burada güveni kötüye kullanma suçu ile ilgili olarak etkin pişmanlık ile ilgili olan düzenleme 168. maddede düzenlenmiştir. Öyle ki hırsızlık, mala zarar verme, güveni kötüye kullanma, dolandırıcılık hileli iflas taksirle iflas suçlarının tamamlanmasından sonra ancak bundan kaynaklı olarak hakkında kovuşturmanın başlamasından önce suçun faili konumunda yer alan kişinin azmettiren konumunda yer alan kişinin ya da yardım eden kişinin bizzat pişmanlık göstermek suretiyle mağdur konumunda yer alan kişinin uğramış olduğu zarara aynen geri verme ya da tazmin suretiyle tamamen gidermiş olması durumunda verilecek olan cezanın üçte ikisine kadar indirilmesi meydana gelir. Etkin pişmanlık kovuşturmanın başlamasından sonra ve hükmün verilmesinden daha önce meydana gelmiş olması durumunda verecek olan cezanın yarısına kadar indirilmesi gerekli olmaktadır. Kısmi bir şekilde geri verme ya da tazmin durumunda etkin pişmanlık ile ilgili olan hükümlerin uygulama bulmasına mümkün olabilmesi bakımından ayriyeten mağdur konumunda yer alan kişinin rızası aranmaktadır.
Burada mevzuat içerisinde tüzel kişiler hakkında güvenlik tedbirinin uygulanmasına dair 169. madde düzenlemenin mevcudiyeti söz konusudur. Bu düzenlemeye göre güveni kötüye kullanma suçunun işlenmesi suretiyle yararına haksız fayda sağlanmış olan tüzel kişiler ile ilgili olarak bunlara özgü güvenlik tedbirleri hüküm olunması gerekli olmaktadır.
Güveni Kötüye Kullanma Suçu Nedir?
Güveni kötüye kullanma suçu 5237 sayılı Türk ceza kanunun 155. maddesi içerisinde düzenleme bulmuş olan özel hükümler başlıklı ikinci kitabın kişilere karşı suçların düzenlenmiş olduğu ikinci kısım içerisinde mal varlığına karşı suçlar başlığı altındaki onuncu bölümü içerisinde yer alan bir suçtur. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 141. ile 169. maddeleri içerisinde mal varlığına karşı suçlar başlığı altında toplam 15 farklı suçun mevcudiyeti söz konusudur. Bununla birlikte mal varlığına karşı tüm suçlar bu bölüm içerisinde yer alanlardan ibaret olmamaktadır. Burada konu kuku değerin ağırlığına göre zimmet suçunda söz konusu olduğu gibi farklı bölümler içerisinde mal varlığına dair eylemler müeyyide ile karşılaşmaktadır. Mal varlığına karşı suçlar uygulama içerisinde en fazla karşılaşılmış olan suç tipleri olarak söz konusu olmaktadır.
İnsanların mal varlıklarının devlet tarafından korunması çok eski Çağlar’dan beri kabul edilmiş olan bir yaklaşımdır. Öyle ki Roma hukuku içerisinde mal varlığına karşı işlenmiş olan belli suçlar yaptırma bağlanmış olmaktadırlar. 12 levha kanunları hükümleri içerisinde hırsızlık adı altında bu tür eylemler yaptırım ile karşı karşıya bırakılmıştır. Bununla birlikte İslam’ı koku içerisinde de hırsızlık, dolandırıcılık, güveni kötüye kullanma suçu gibi mal varlığına karşı suçlar ayriyeten suç şeklinde düzenleme bulmuştur. Öyle ki geçmişten günümüze her zaman mal varlığına karşı suçlar ile ilgili olarak birçok düzenleme söz konusu olmuştur. Belirli Çağlar’dan yeniçağı belirli dönemlerden yeni döneme her ülkede olduğu gibi bizim ülkemizde de dönem bu suç yaptırma bağlanmıştır. Mal varlığına karşı eylemler kişilerin mülkiyet haklarına ve onların sahip olduğu zilyetliğinin korunmasının yanı sıra ticaret yaşamının düzenli bir şekilde devam etmesini de kurma amacını içerisinde barındırmaktadır. Mal varlığına karşı suçların ortak nitelikleri olarak kişilerin mal varlıkları içerisine girmiş olan değerleri korumak ve bu değerlerin sağlamış olduğu faydaların yok edilmesine ya da bu değerlerin sağlamış olduğu faydaların değerini azalmasına dair eylemleri müeyyide ile karşı karşıya bırakmak olduğu söylenebilir.
Güveni kötüye kullanma suçu 5237 sayılı yeni Türk ceza kanununun 155. maddesi içerisinde bir başka kişiye ait olup da muhafaza etmek ya da belirli bir şekilde kullanmak üzere Zilyetlik kendisine devredilmiş olan mal üzerinde kendisinin ya da bir başkasının faydasına olacak şekilde zilyetliğinin devri amacı haricinde tasarruf da bulunan ya da bu devir olgusunu inkâr eden kişi şikâyet üzerine altı aydan iki yıla kadar hapis ve adli para cezası ile cezalandırılır şeklinde Düzenlenmiştir. Bununla birlikte suçun meslek ve sanat ticaret ya da hizmet ilişkisinin veya hangi sebepten doğmuş olursa olsun bir başka kişinin mallarını idare etmek yetkisine gereği şeklinde tevdi ve teslim edilmiş eşya ile ilgili işlenmiş olması durumunda bir yıldan yedi yıla kadar hapis ve 3000 güne kadar adli para cezasına hükme olunur şeklinde düzenleme bulmuştur. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 155. maddesinin incelenmesinde ilk fıkra içerisinde söz konusu olan suçun temel haline yer verildiği, ikinci fıkra içerisinde ise nitelikli halin mevcut oldu görülmektedir. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 155. maddesinin İlk fıkrasına bir başkasına ait olup ta ibaresinden sonra gelmek üzere 5377 sayılı kanunun 18. maddesi ile muhafaza etmek ya da ibaresi ekleme bulmuştur. Öyle ki ilk durumda bu ibare mevcut olmamaktadır. Bu değişikliğin amacı gerekçe içerisinde uygulamada karşılaşılabilecek tereddütleri ortadan kaldırmak olarak belirtilmiştir. 5237 sayılı Türk ceza kanunun yürürlüğe girmesinden önce mevcut olan eski Türk ceza kanunu olan 765 sayılı Türk ceza kanununda emniyeti suiistimal adı altında 508. ve 510. maddeler içerisinde güveni kötüye kullanma suçu düzenleme bulmuştur. 765 senesi Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde 508. maddede suçun temel hale, 510. maddede ise nitelikli hali düzenleme bulmuştur. Her iki kanuni hüküm içerisindeki düzenlemeler benzer nitelikler taşımak ile birlikte farklılıkların mevcudiyeti de söz konusudur. Eski Türk ceza kanunu olan 765 sayılı Türk ceza kanununun 508. maddesi içerisinde suç her kim başkasına ait olup ta iade ya da muayyen bir suret ile istismar etmek üzere kendisine tevdi ya da her ne sıfatla olursa olsun teslim edilmiş olan bir şeyin kendisinin ya da bir başka kişinin menfaatine şekilde satar ya da rehine deryada sarf ve istihlak eder veya ketim ve inkâr eyler ya da takvim ve Tağyir eder ise mutazarrır olan kişinin şikâyetinin mevcudiyeti üzerine iki aydan iki yıla kadar hapis ve 50 TL’den aşağı olmamak üzere ağır para cezasıyla cezalandırılır şeklinde bir düzenlemenin mecburiyeti söz konusu olmuştur. Öyle ki 765 sayılı eski Türk ceza kanunu hükümlerinde suçun hareket unsurları tahdidi mi sınırlı sayıda nitelik taşımasına rağmen 5237 sayılı yeni Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde zilyetliğinin devri amacı haricinde tasarrufta bulunmak ya da bu devir olgusuna inkâr etmek şeklinde genel bir ifade kullanılmak suretiyle içeriğinin doldurulması uygulamaya bırakılmış olmaktadır. Suçun nitelikli hali 765 sayılı eski Türk ceza kanununda ayrı bir madde içerisinde meslek ve sanat ya da ticaret ya da hizmet nedeniyle veya emanetçi sıfatıyla ya da idare etmek için kendisine tevdi olunan ya da teminat olarak teslim edilen şeklinde düzenlenmiş iken 5237 sayılı yeni Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde ise suçun temel halini benzer bir nitelikte genel bir düzenleme yapılmak suretiyle meslek ve sanat ticaret ya da hizmet ilişkisini veya hangi sebepten doğmuş olursa olsun teslim edilen eşya üzerinde işlenmesi şeklinde kabul görmüştür. Öyle ki şunu ilave edebiliriz ki madde gerekçeleri bağlayıcı bir nitelik taşımamakla beraber kanun koyucunun niyetini göstermesine suçun uygulama alanına ortaya çıkarması açısından önem teşkil etmektedir. Güveni kötüye kullanma suçunu gerekçesi içerisinde birçok suça nazaran ayrıntılı bir şekilde düzenleme bulmuş gerekçe içerisinde suçla korunan hukuki değer suçun konusu maddi unsuru ve uygulama alanı açısından açıklama yapılmıştır. Bununla birlikte gerek içerisinde eleştiri de bulunulabilecek hususların da mevcudiyetine söz konusu olduğu söylenebilir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçu İle Korunan Hukuki Değer Nedir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun mal varlığına karşı suçlar başlığı altında düzenlenmiş olan onuncu bölümünün 155. maddesi içerisinde mevcut olan güveni kötüye kullanma suçu bir sözleşme kira, rehin ödünç, emanet, vekâlet ve benzeri sözleşmeler veya atipik bir sözleşme gereği kendisine verilmiş olan malın devir olgusunun inkârıyla veya devir harici tasarrufta bulunması ile meydana gelmektedir. Öyle ki mevcut olan bu suç ile ilk olarak faili ve mağdur arasında bir sözleşme ve güven ilişkisine mevcudiyeti söz konusudur. Bu niteliğinden kaynaklı olarak suçla korunan hukuki değer bakımından öğreti içerisinde görüş birliği mevcut olduğu ileri sürülemez. Güveni kötüye kullanma suçu ile korunan oku oku değere dair madde gerekçesinde mevcudiyeti söz konusudur. Bu madde gerekçesi içerisinde söz konusu suç ile korunan hukuki değer kişilerin mülkiyet hakkıdır. Öyle ki güveni kötüye kullanma suçu ile mülkiyetin korunması amacı güdülmektedir. Fakat mevcut suçun meydana gelmesinin mümkün olabilmesi bakımından eşya üzerinde mülkiyete sahip olan kişi ile lehine Zilyetlik test edilmiş olan kişi arasında bir sözleşme ilişkisine mevcudiyeti söz konusu olmaktadır. Bu ilişkinin gereği olarak taraflar arasında mevcut olan güvenin korunması gerekli olmaktadır. Öyle ki gerekçeyle mülkiyet hakkı ve güven ilişkisinin korundu ileri sürülmektedir. Görüşler içerisinde insanlar arasındaki ilişkilerde karşı tarafa dair duyulmuş olan güvenin kötüye kullanılmasının önlenmesi, ticari hayatı korumak ve güven ile sürdürülmesini sağlamak niyetiyle kabul edilen bu suç herhangi bir sözleşmeyle malın zilyetliğinin suçun faili konumunda yer alan kişiye devreden mağdur konumunda yer alan kişinin mülkiyet hakkı korunuyor olmaktadır. Bazı yazarlar bu suçun yalnızca mülkiyet hakkının korunduğunu dair hususu ileri sürmektedir. Bazı görüşler ise güveni kötüye kullanma suçu ile korunmuş olan hukuki değerin, mülkiyet hakkının yanı sıra kişiler arasında mevcut olan güven ilişkisi olduğunu ileri sürmektedir. Güveni kötüye kullanma suçunun maddesinin gerekçesi içerisinde güven ilişkisinin korundu düzenlenmiştir. Öyle ki mülkiyet ve güven ilişkisine ek olarak suçla zilyetliğin korunduğunun söylenmesi mümkündür. Bununla birlikte suçla mülkiyet hakkının yanı sıra kişiler arasında mevcut olan güven ilişkisi de korunuyor olmaktadır. Güveni kötüye kullanma suçu aynı zamanda ticaret hayatını düzenli ve sorunsuz sürdürülmesine korumak niyetine içerisinde barındırmaktadır. Ceza kanunlarının amacı toplumsal yaşamı düzenlemek olduğundan toplumsal yaşamın mevcut olarak içerisinde barındırdığı ticaret üzerinde suçlu korunmak istendiği söylenebilir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda Maddi Unsurlar Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun mal varlığına karşı suçlar başlığı altındaki onuncu bölümü içerisinde yer bulmuş olan güveni kötüye kullanma suçundan maddi unsurlar ile ilgili olarak fail, mağdur ve fiil ile ilgili olan hususlardan bahsetmek gerekir. Öyle ki ceza hukukunda maddi unsurlar fail, mağdur ve fiil olarak karşımıza çıkar.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda Fail İle İlgili Olan Hususlar Nelerdir?
Güveni kötüye kullanma suçundan suçun faili konumunda yer alan kişi suç konusu olan ve ayrıntıları ne ileride göreceğimiz malın Zilyetlik kendisine devredilmiş olan kişi niteliğindedir. Güveni kötüye kullanma suçunu meydana gelmesi bakımından bir kişinin Zilyetlik kendisine verilmiş olan mali, devir niyeti haricinde tasarrufta bulunması veya devir olgusunu yok sayması gerekli olmaktadır. Öyle ki suç suçun faili konumunda yer alan kişi bakımından bir özellik göstermektedir. Bunun sebebi her kişinin işlemesi mümkün olabileceği suçlardan farklılık göstermesidir. Öyle ki burada bir ön koşul olarak zilyetliğinin meşru bir şekilde devir edilmesi gerekli olmaktadır. Suçun konusunu meydana getiren malın zilyetliğinin meşru yollardan almamış olan bir kişi suçun faili konumunda yer alan kişi niteliği taşımayacak gibi bu suç tipi de meydana gelmeyecektir. O durumda suçun faili konumunda yer alan kişi mağdur ile öncelikle bir sözleşme ilişkisi meydana getiren ve bu ilişkiye istinaden malın Zilyetlik kendisine devredilmiş olan kişi niteliği taşıyor bilecektir. Öyle ki burada suç bir yükümlülük suçu olarak karşımıza çıkmaktadır. Koruması ya da belirli bir şekilde kullanması için mal kendisine verilmiş olan kişinin aradaki sözleşme ilişkisinin gereklerine uygun bir şekilde davranışta bulunması gerekli olmaktadır. Söz konusu olan ilişkinin gereklerine işler getirecek bir şekilde tasarruf da bulunmuş olması halinde ya da devir olgusu inkâr edilmesi ile bir yaptırım söz konusu olacaktır. Bundan kaynaklı olarak suç özgü suç niteliği taşımaktadır. Öyle ki güveni kötüye kullanma suçu herkes değil yalnızca malın Zilyetlik kendisine devredilmiş olan kişi bakımından işlenmesi mümkün bir suç niteliği taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı suçun işlenişine katılmış olan ancak kendisine malın zilyetliği devredilmemiş olan diğer kişiler suç ortağı olarak cezalandırılacak dememiz mümkün olacaktır. Burada söz konusu olan eşyanın Maliki bu suçun faili konumunda yer alan kişi niteliği taşıyamaz. Bunun sebebi suçun düzenlenmiş olduğu madde içerisinde geçen bir başkasına ait olup da unsuru malik bakımından sağlanması mümkün olmayacağından Maliki’nin faili olması durumu meydana gelmeyecektir. Güveni kötüye kullanma suçunu maddesinin gerekçesi içerisinde de malikin faaliyetini taşıyamayacağı düzenlenmiştir. Bununla birlikte doktorun içerisinde belli durumlarda Malikin de suçun faili konumunda yer alan kişi sayılabileceğini dair görüşlerin mevcudiyeti söz konusudur.
Öğreti içerisinde bazı hususların tartışmalı olduğunu söylememiz mümkündür. Bunlardan biri de iştirak ya da müşterek mülkiyete konu niteliği taşıyan mallarla ilgili ortakların bu suçun faili konumunda yer alan kişi niteliği taşıyıp taşımayacağına dairdir. Öğreti içerisinde söz konusu olan tartışmaya ve görüşlere dair hususlardan bahsetmeden önce iştirak ve müşterek mülkiyetten dolayı açıklama yapmak mümkündür. Müşterek mülkiyet Türk medeni kanunun 688. maddesi içerisinde paylı mülkiyet paylı mülkiyete birden fazla kişi maddi bir şekilde bölünmüş nitelik taşımayan bir şeyin tamamına belli paylarla malik olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı türlü şekilde belirlenmedikçe paylar eşit nitelik taşımaktadır. Paydaşlardan her biri kendi payı açısından malik hak ve yükümlülüklerine sahip olmaktadırlar. Burada pay devredilebilir, rehin edilebilir ve alacaklar bakımından haciz edilebilir nitelik taşımaktadır. Bununla birlikte tam mümkündür içerisinde devam eden maddeler içerisinde mali yönetimi, kullanımı ile ilgili durumların paydaşlar tarafından belirlenmesi ne mümkün olacağı da ileri sürülmüştür. İştirak durumunun söz konusu olmasında mülkiyet aynı kanunun 701. maddesi içerisinde kanun ya da kanun içerisinde öngörülmüş olan sözleşmeler bakımından meydana gelen topluluktan kaynaklı olarak mallara birlikte malik olanların mülkiyeti el birliği mülkiyeti olarak düzenleme bulmuştur. El birliği mülkiyeti içerisinde ortak konumunda yer alan kişilerin belirlenmiş payları mevcut olmayıp her birinin hakka ortakla giren malların tamamı içerisine yargı niteliktedir. Öyle ki bu durum kanuni kümlerini de düzenlenmiştir. Üretim ve tasarrufu ile ilgili olarak devam eden madde hükümleri içerisinde düzenleme söz konusudur. Bu maddelerin gerekçesi içerisinde mi bazı yazarlar tarafından bu suça iştirak ya da müşterek durumunda malik olunmuş olan malın malikler tarafından birbirine karşı bu suçların birbirlerine karşı işlenmesi mümkün olmayacağı ileri sürülmüştür. Madde gerekçeleri uygulamayı göstermesi açısından önemli bir durum teşkil etmenin yanı sıra bağlayıcı bir nitelik taşımamaktadır. Yalnızca gerek içerisinde güveni kötüye kullanma suçundan iştirak eden müşterek ortaklar tarafından birbirine karşı işlenmesi mümkün olmayacağı yazdığı suçun faili konumunda yer alan kişi olmayacaklarını söylemek olarak karşımıza çıkmayacaktır. Böyle bir durumun söz konusu olduğu görüşü savunan yazarların asıl amacı malın Maliki’nin bu suçun faili konumunda yer alamayacağını düşünmelerinden ve iştirak ya da müşterek ortaklık durumunda da mal üzerinde maliklik durumu söz konusu olduğundan suçun meydana gelmeyeceğidir. Fakat bu görüşe katılmama durumu da söz konusudur. Bunun sebebi iştirak ya da müşterek ortaklık durumunda her Ortağın belli bir oranda ortaklık payına sahip olduğundan bahsetmemizdir. Bir ortak farklı ortakların hakkını gasp eder nitelikte Tasarruf da bulunur ise suçun meydana geleceğini ileri süre biliyoruz. Öyle ki ortakların bir iş makinesi aldığını ve bu ortakların anlaşmak suretiyle bir ortağı aracın zilyetliğine inşaat eğiliminde kullanmak için verdiğini düşünmeniz durumu söz konusu olursa burada aracın zilyetliğinin devri almış olan ortak aracın tamamını ayırmak suretiyle satar ise kendi payına aşan diğer ortakların Maliki olduğu kısımda ilgili de devir amacına aykırı nitelikte eylemde bulunmuş olduğundan dolayı suçun faili konumunda yer aldığına düşünmek mümkündür. Öyle ki bazı yazarlara göre de kişilerin birbirine karşı güveni kötüye kullanma suçu işlemelerine hukuki bir engel teşkil edecek husus söz konusu değildir. Bunun sebebi söz konusu mal diğerleri açısından başkasına ait bir mal niteliği taşımaktadır ve hırsızlık suçunun konusunu meydana getirebilmektedir. Böyle bir durumda güveni kötüye kullanma açısından kanun içerisinde söz konusu olmayan bir hukuki sonucu gerekçeden hareketle kabul etmek mümkün nitelikte olmamaktadır. Öyle ki başka yazar tarafından da belirtilen gerekçeyle el birliği ve paylı mülkiyeti konu niteliği taşıyan malların ortaklarının bu suçun faili konumunda yer alan kişi olabileceği belirtilmektedir. Farklı bir görüş içerisinde müşterek mülkiyete paydaşlardan her biri tek bir mülkiyet üzerinde payları sahip olmaları karşısında malın bir başkasına ait olma özelliği meydana gelmekte ve bundan kaynaklı olarak da birbirlerine karşı güveni kötüye kullanma suçunu işlemeleri söz konusu olabilmektedir. Bu tür bir görüşe göre iştirak durumunda mülkiyette malikler bir mülkiyeti hep beraber sahip olmanın yanı sıra bu mülkiyet paylara bölünmediğinden dolayı müşterek mülkiyetteki gibi malın bir başkasına ait olma niteliği meydana gelmeyeceğinden iştirak durumunda mülkiyette güveni kötüye kullanma suçunun malikler arasında işlenmesi halinden bahsetmek mümkün olmayabilecektir. Tüzel kişiler sahip oldukları temsilcileri aracılığıyla temsil edilmiş olmalarından kaynaklı olarak suçun faili konumunda yer alan kişinin teli taşımayacaklardır. Tüzel kişiler ile ilgili olarak onlar adına hareket eden gerçek kişiler suçun faili konumunda yer alan kişinin telinde sorumlu olacaklardır. Bununla birlikte bir eşyanın kamu görevlisi konumunda yer alan kişiye görevinden kaynak olarak temsil edilmesi ve görevlinin bu iş aydemir amacı haricinde kullanıyor olması veya devir olgusuna inkâr etmesi durumunda söz konusu olması halinde bu suç değil özel bir şekilde düzenlenmiş olan zimmet suçu meydana gelecektir. Fakat eşyanın kamu görevlisi konumunda yer alan kişiye görevi nedeniyle değil de kişisel bir şekilde duyulan güvenden kaynaklı olarak verilmiş olması durumunda bu suç meydana gelecektir. Söz konusu olan kişi bu suçun faili konumunda yer alan kişinin teli taşıyacaktır. Bu konuyla ilgili olarak ayrıntılı açıklamalarında mevcudiyeti söz konusudur.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda Mağdur İle İlgili Olan Hususlar Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun mal varlığına karşı suçlar başlığı altında onuncu bölümde düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçunun maddi unsurlarından bir diğer mağdurdur. Güveni kötüye kullanma suçu içerisinde bu suçun mağduru suçunun faili konumunda yer alan kişiyle sözleşme ve güven ilişkisi ortaya çıkaran ve bundan kaynaklı olarak eşyanın zilyetliğinin suçun faili konumunda yer alan kişi devreden kişi niteliği taşımaktadır. Bu devir olgusunu meydana getiren kişi malın Maliki niteliği taşıyabileceği gibi malı zilyetliğinde bulunduran üçüncü kişi niteliği taşıyan kişi de olabilmektedir. Öyle ki malın suçun faili konumunda yer alan kişiye Maliki tarafından değil de üçüncü bir kişi tarafından verilmesi halinin söz konusu olması durumunda hem Malikin hem de mali devretmiş olan üçüncü kişinin mağdur niteliği taşıdığını söyleyebilmek mümkündür. Bunun sebebi suçla korunmuş olan hukuki değerin yalnızca mülkiyet değil kişiler arasındaki güven ilişkisi olduğudur. Güveni zedelenen malik niteliği taşımayan zilyet söz konusu olduğundan suçun mağduru olacaktır. Burada şunu söyleyebiliriz ki tüzel kişiler suçun mağduru konumunda yer alan kişinin teli taşımayacaklardır. Bununla birlikte mağdur veya suçtan zarar gören kavramlarından bahsetmek mümkündür. Öyle ki yalnızca gerçek kişiler suçun mağduru konumunda yer alabilirken aile devlet sözel kişiler gibi oluşumlar yalnızca suçtan zarar gören niteliği taşıyor olabilecektir. Mağdur suçtan doğrudan etkilenen kişi olmasına rağmen zarar gören bir suçun meydana gelmesi ile hukuken korunan faydaları doğrudan ya da dolaylı olarak ihlal etmiş olan kişi niteliği taşımaktadır. Çoğu durumda mağdurluk ve suçtan zarar görme hala iç içe geçer nitelik taşımaktadır. Yalnızca kasten öldürme örneğin de mağdur konumunda yer alan kişinin yakınları suçtan zarar gören niteliğinde olmalarına rağmen suçun doğrudan mağdur konumunda yer alan kişileri olmamaktadırlar. Tüzel kişiler bu suçun mağduru konumunda yer alan kişi olamazken suçtan doğrudan ya da dolaylı bir şekilde etkilenmiş olmaları durumu söz konusu ise suçtan zarar gören sıfatları olacak ve bu sıfat ile yargılamaya katılmaları mümkün olabilecektir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunun Konusu Nedir?
5237 sayılı Türk ceza kanunun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında 155. maddede düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçunun maddi unsurlarından bir diğeri suçun konusu dur. Güveni kötüye kullanma suçunda suçun konusu eylemin üzerinde meydana geldiği şey olarak ifade edilebilir. Öyle ki suçun konusu insan olabileceği gibi eşya niteliği ya da bir hayvan niteliği de taşıyabilir. Güveni kötüye kullanma suçu içerisinde suçun konusu korumak ya da belirli bir şekilde kullanmak üzere Zilyetlik kendisine devredilmiş olan mal şeklinde kanlı kömür içerisinde düzenlenmiştir. Öyle ki burada suçun konusu olan mal kavramına ifade etmeden önce zilyetliğinin devrini açıklamanın gerekli olduğunu söylememiz mümkündür. Öyle ki suçun konusu Zilyetlik devri edilmiş olan mal olmaktadır. Burada ilk olarak Zilyetlik kavramından bahsedebiliriz. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 155. maddesi içerisinde düzenlenen bulmuş olan güveni kötüye kullanma suçunun meydana gelmesi için malın zilyetliğinin önceden suçun faili konumunda yer alan kişiler edilmiş olması gereklilik arz etmektedir. Böyle bir durumun söz konusu olmaması halinde güveni kötüye kullanma suçunun meydana geleceğinden bahsetmemiz mümkün olmayacaktır. Zilyetliğinin devri güveni kötüye kullanma suçu bakımından öğreti içerisinde ön koşul olarak değerlendirilmiştir. Suçun ön koşulu hareketin öncesinde mevcut olup suçun yokluğuna ya da diğer unsurlar da mevcut olmak koşulu ile mevcudiyetine etki eden hal olarak tanımlama bulmuştur. Zilyetlik Türk medeni kanunu hükümleri içerisinde 973. maddede tanımlama bulmuştur. Öyle ki Zilyetlik bir şey üzerinde fiili hâkimiyeti olan kimse olarak karşımıza çıkmaktadır. Kanuni tanıma göre bir şey üzerinde fiili hâkimiyeti olan kimse o şeyin zilyedidir. Bir şey üzerinde zilyet olmanın mümkün olabilmesi bakımından Zilyetlik iradesi ve fiili hâkimiyet gerekli olmaktadır. Zilyetlik iradesi bir şey üzerinde zilyet olma isteği olarak ifade edilmesi mümkünken fiili hâkimiyet kişiyle eşi arasındaki ilişki olarak tanımlama bulunmaktadır. Bu ilişki çok sıkı bir nitelik taşımanın yanı sıra fiili hâkimiyeti göstermesi koşuluyla gevşek bir ilişki içerisinde olabilmektedir. Önem teşkil eden durum doğrudan doğruya ya da dolaylı bir şekilde eşyadan faydalanması mümkün olabilecek onu kullanabilecek, koruması mümkün olabilecek bir durumda olmaktır. Bir eşya üzerindeki fiili hâkimiyetin devamlılık sağlaması da gerekli olmaktadır. Bu devamlılık eşyanın durumu, çeşidi, somut durumun niteliklerine göre belirlenmektedir. Öyle ki bir mağazaya giren kişi eşyaları incelemek üzere kısa süreliğine bir eşyaya dokunarak onu eline aldığında onun zihniyeti niteliği taşımayacaktır. Öyle ki zilyetliğinin oluşabilmesi için bir şey üzerinde fiili hâkimiyetin olması gerekli olmaktadır. Bu vermiş olduğumuz örnekte bu kişinin incelemek için eline aldı eşya üzerinde fiili hâkimiyetine olduğunda bahsetmemiz mümkün olmayacaktır. Ceza hukuku içerisinde Zilyetlik, mal üzerinde mülkiyet sahibi gibi tasarrufta bulunması mümkün olma yeteneği olarak tanımlama bulmuş ve mal üzerindeki tasarruf yetkisi ve egemenlik suçun faili konumunda yer alan kişiyi geçmediği sürece kişinin malın zilyedi niteliğinde değil mali elinde bulundurmuş olan kişi olacağı ileri sürülmüştür. Güveni kötüye kullanma suçu bakımından zilyetliği bakmış olduğumuz da suçun faili konumunda yer alan kişinin malın zilyetliğinin tam olarak sahip olması gerekli olmaktadır. Bu açıdan mal üzerinde tam hâkimiyet sağlanması gereklilik arz etmektedir. Zilyet olma iradesi söz konusu olmalı, zilyetliğinin devri rızaya dayalı bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekmelidir. Burada bahsetmiş olduğumuz zilyetliğinin bazı türlerinin mevcudiyeti de söz konusudur.
Zilyetlik kavramı genel olarak hakka dayanan ya da hakka dayanmayan, yalın-dereceli zilyetlik, dolaylı zilyetlik – dolaysız zilyetlik, tek başına zilyetlik- birlikte zilyetlik, zilyet- zilyet yardımcılığı, hak zilyetliği, tek başına zilyet başkası için zilyet biçiminde çeşitli ayrımlara tabi olmuştur. Şöyle ki zilyetlik herhangi bir ayni ya da kişisel hakka dayanarak kurulmuş ise hakka dayanan zilyetlik kavramı ortaya çıkmaktadır. Bunun tersi olan bir durum ortaya çıktığında ise, başka bir deyişle herhangi bir hakka dayanmadan sağlanmış olan zilyetlik ise hakka dayanmayan zilyetlik olarak açıklanmıştır.
Güveni kötüye kullanma suçunun söz konusu olup bu suçun oluşabilmesi için failin hakka dayanan bir zilyetliğe sahip olması lazım olmaktadır. Herhangi bir eşya üzerinde tek bir zilyetlik hali varsa yalın zilyetlikten eğer birden fazla zilyetlik hali var ise dereceli zilyetlikten bahsederiz. Eşyayı tek bir kişi zilyet olma iradesi ile elinde bulundurur ise tek başına zilyetlik-tek zilyetlik kavramları ortaya çıkar. Eğer birden fazla kişi eşya üzerinde zilyet ise birlikte zilyetlik söz konusu olmuş olur. Bir kişi bir eşya üzerinde zilyet ise eşya zilyetliği; bir hak üzerinde zilyetse ( misal vermek gerekir ise tapuya tescil edilmiş manzara kapatmama gibi bir sınırlı ayni hakka sahip ise ) hak zilyetliği meydana çıkacaktır. Ayni ya da kişisel bir hakka dayanarak alınan mal üzerindeki zilyetlik kendisi için zilyetlik iken, bir başka kişinin nam ve hesabına kabul edilmiş olan eşya üzerindeki zilyetlik bir başkası için zilyetlik olarak açıklanabilir.
Türk Medeni Kanununu incelediğimizde 974. Maddesi 4. fıkrasında “ Bir şeyde malik sıfatıyla zilyet olan aslî zilyet, diğeri fer’i zilyettir.” hükmü yer almıştır. Böylelikle, herhangi bir malı malik sıfatıyla elinde bulundurmuş olan bir kişinin asli zilyet, bunun dışında kalan kişilerin ise fer’i zilyet olduğu ifade edilmektedir. Öğretiye baktığımızda ise bu tanımın eksik olduğuna dair birtakım eleştirilerin yapıldığı görülmektedir. Dereceli zilyetlikte bir başkasının üstün hakkını tanıyarak mala zilyet olan kimseler, bu üstün hakka sahip olduğu belirtilen kişilere göre fer’i zilyet olarak kabul edileceğini belirten görüşler olduğu gibi Kanunda sadece malik olan kimselerin asli zilyet diğerlerinin fer’i zilyet olduğunun belirtildiğini ve bu sebepten ötürü de yalnızca malik olanların asli zilyet olacağını vurgulamış olan bazı görüşler de diğer görüşlerin yanında kendilerine vücut bulmaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunda fail, fer’i zilyet sıfatında yer almaktadır çünkü mülkiyet devredilmeden bir malın zilyetliği faile devredilmekte ve fail de bu devir olgusuna aykırı olarak hareket etmeye devam etmektedir. Eğer malın zilyetliği ile beraber mülkiyeti de karşı tarafa devredilmiş ise, kişi kendi malları üzerinde bu suçu işleyemeyeceğinden mütevellit güveni kötüye kullanma suçu meydana gelmemiş olacaktır.
Türk Medeni Kanunu’nun 975. Maddesine bir göz attığımızda “ Bir şeyde fiilî hâkimiyetini doğrudan doğruya sürdüren kimse dolaysız zilyet, başka bir kişi aracılığı ile sürdüren kimse dolaylı zilyettir ” şeklinde ifade edilmektedir. Bir eşyayı fiilen elinde bulunduran zilyedin zilyetliği doğrudan zilyetlik olarak isimlendirilir iken zilyetliğini bir başkası aracılığı ile sürdüren başka bir kimse de dolaylı zilyet şeklinde ifade edilmektedir. Bu konuda örnek verecek olursak eğer, bir eşyasını bir başka kişiye ödünç veren kimsenin zilyetliği, ödünç verdiği kişi aracılığı ile devam ettiği için söz konusu mal üzerinde olan fiili hâkimiyeti doğrudan doğruya kullanan ödünç alanın zilyetliği ise doğrudan zilyetliktir. Güveni kötüye kullanma suçunda fail mal üzerinde fiili hâkimiyet kurduğundan doğrudan dolayı zilyet, suçun mağduru ise fail aracılığıyla zilyetliğini sürdürdüğü için dolaylı zilyet olacaktır. Tabi burada zilyetlik malik tarafından değil de feri zilyet tarafından da devredilmiş olabileceği ihtimali de vardır. Bu durumda ise mal üzerinde bizatihi fiili hâkimiyet sağlayan fail doğrudan doğruya zilyet olacak diğerleri ise bir başkası aracılığıyla zilyetliği kullandığı için dolaylı zilyet olarak nitelendirilmiş olacaktır.
Başkası için zilyet terimi bir eşyayı bir başka kişinin nam ve hesabına elinde bulunduran kişi olarak açıklanmaktadır. Bu kişiler de eşyanın üzerinde öncelik kullanıp tasarruf edemediklerinden kendi adlarına zilyetlik hükümlerinden faydalanamayacakları net bir şekilde vurgulanmıştır. Doktrinde başkası için zilyet olanların fer’i zilyet olup olmadıkları ise tartışma konusu olmuştur. Bazı yazarlar bu durumda olanların başkasının üstün hakkını tanıyarak onun adına sorumlu olma bilinci ile hareket ettiğinden dolayı fer’i zilyet olduğunu savunuyorlar. Bazı yazarlar ise bu durumda olanların fer’i zilyet olmadıkları görüşünü savunmaktadırlar. Başkası için zilyetliğe örnek vermek istersek malı bir yerden başka yere götürmek üzere teslim alan nakliyeci, temsil ilişkisine dayalı olarak mal teslim edilenler olarak çeşitli örnekler verebilmekteyiz. Başkası için zilyet olanların fer’i zilyet olup olmadıklarının tespiti ise güveni kötüye kullanma suçu açısından önem arz etmektedir. Çünkü güveni kötüye kullanma suçunun faili eşya üzerinde fer’i zilyetliğe sahip olan kişi denilmektedir. Bu nedenden ötürü eğer bir başkası için zilyet olanları fer’i zilyet olmadığı görüşünü benimser isek bu kimselerin güveni kötüye kullanma suçunun faili de olamayacağı sonucu ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Bu durumun tersinin kabulü halinde de güveni kötüye kullanma suçunun faili olabileceklerini kabul etmek gerekir. Bizim görüşümüze göre bir başkası için zilyetler de eşya üzerinde zilyedin sahip olduğu bir takım yetkileri kullanabileceğinden mütevellit ve ayrıca rızaya dayalı bir teslim söz konusu olduğundan güveni kötüye kullanma suçunun faili olurlar.
Zilyet yardımcısı ibaresi bir malda bir başka kişinin namına ve o kişinin vermiş olduğu talimatlarına uygun bir biçimde fiili hâkimiyet kullanan kimse olarak açıklanmaktadır. Burada zilyet yardımcısı bir başka kişinin ad ve hesabına talimatları doğrultusunda eşyayı kullanmakta olup o eşya üzerinde hâkimiyet kurmaktadır. Zilyet ile zilyet yardımcısının ayrımı için öğretide “ zilyet yardımcısının asıl zilyedin emir ve talimatı ile hareket etmiş olması ve aralarında bir astlık üstlük ilişkisinin bulunması, zilyet yardımcısının eşyayı kendisi için değil, mala zilyet olan kimsenin fiili hâkimiyet alanı içinde ve hizmetinin yerine getirilmiş olması için kullanması, zilyet yardımcısı ile zilyet arasındaki altlık üstlük ilişkisinin dışarıdan görülebilir olmasının zorunlu olduğu, zilyet yardımcısının, zilyedin tersine eşya üzerinde ayni ya da kişisel bir hakka sahip olmaması ” icap olduğu şeklinde belirtilmiştir. Misal verir isek bir evin hizmetçisini ele aldığımızda evdeki eşyalar üzerinde zilyet olarak değil, mal sahibinin talimatları doğrultusunda çalıştığı için zilyet yardımcısı olarak nitelendirilir. Zilyet yardımcılarının eşya üzerinde zilyetliği olmadığı için güveni kötüye kullanma suçunun faili olamayacakları vurgulanmıştır.
Zilyetliğin Devri
Güveni kötüye kullanma suçunun konusu olan mal, zilyetliği faile devredilmiş olan mal olarak nitelendirilmektedir. Bunun için de zilyetliğin hukuka uygun bir şekilde faile devredilmiş olması lazımdır. Eğer fail tarafından hukuka uygun bir biçiminde elde edilmiş bir zilyetlik yok ise güveni kötüye kullanma suçu da oluşmayacaktır. Zilyetliğin devri Türk Medeni Kanunu’nun 977-980. maddeleri arasında düzenlenmiş bulunmaktadır. Hazır olanlar arasında zilyetlik devri Türk Medeni Kanunu 977. maddesinde “ Zilyetliğin, şeyin ya da şey üzerinde hâkimiyeti sağlayabilecek araçların, edinene teslimi ya da edinenin bir önceki zilyedin onayı ile şey üzerinde hâkimiyeti kullanacak duruma gelmesi hâlinde devredilmiş olur ” şeklinde düzenlenmiştir. Buna göre, eşyanın fiilen teslimi ile zilyetlik devredilmiş olacaktır. Eşyanın bizzat olarak değil de eşyayı temsil eden, kullanılmasını sağlayan araçların devri durumunda ise eşyanın zilyetliği devredilmiş olacaktır. Misal verir isek aracın ya da evin anahtarının verilmesi halinde eşyanın zilyetliği de devredilmiş olur. Aynı maddede yer alan düzenlemeye göre yeni zilyedin eski zilyedin herhangi bir eylemine gerek kalmış olmadan mal üzerinde fiili hâkimiyeti kazanma imkânının sağlanması halinde de zilyetlik devredilmiş olacaktır. Bu da genellikle devir sözleşmesi ile sağlanmaktadır. Eski zilyet olan kişinin yeni zilyede malın yerini bildirerek ödünç verdiğini söylemesi ve yeni zilyedin de kabul etmesi halinde sözleşme tamamlandıktan sonra zilyetlik devredilmiş sayılmaktadır.
Hazır olmayanlar arasında zilyetlik devri ise Türk Medeni Kanununun 978. maddesinde “ Temsilciye yapılmış olan teslimin, temsil edilen kişiye yapılmış gibi zilyetliği geçirir. ” şeklinde ifade edilmiştir. Malın zilyetliğinin devri için bizzat zilyetliği devralana teslim edilmesi gerekmemiş olup onun adına hareket eden bir kişiye devredilmesi halinde de zilyetlik devri gerçekleşmiş olacaktır. Eşyanın zilyetliği de temsilciye devredildiği anda gerçekleşmiş olacaktır. Burada da temsilcinin hukuki statüsü tartışmalı olmakta ve zilyet yardımcısı olduğunu söyleyenler olduğu gibi başkası adına zilyet olduğu da beyan edilmektedir.
Teslimsiz zilyetlik devri, Türk Medeni Kanununun 979. maddesinde “ Bir 3. kişi ya da zilyetliği devreden, özel bir hukukî ilişkiye dayanarak zilyet olmakta devam eder ise zilyetlik, teslim gerçekleşmeksizin kazanılmış olur ” biçiminde düzenlenmekte olup, burada mal fiilen teslim edilmemektedir; yalnızca söz konusu malın zilyetliği devredilmektedir. Genellikle de sözleşme ile sağlanan bu halde zilyetliği devreden kişi malın doğrudan zilyedi olmaya devam etmekte fakat zilyetliği devralan 3.bir kişiye de dolaylı zilyetlik sağlanmış olmaktadır. Örnek vermek gerekir ise kurban bayramından bir ay önce kurbanlık hayvan alan kişiyi ele alırsak, bayrama kadar hayvanın satıcı da kalması ve bakılması konularında anlaşılır ise, malın zilyetliğini dolaylı olarak devralmış olacak olup ancak fiili teslim 1 ay sonra gerçekleşmiş olacaktır. Eğer söz konusu satıcı aynı hayvanı başka bir kişiye daha satmaya kalkar ise malın sahibine karşı güveni kötüye kullanma suçunu işlemiş olur.
Son olarak da Türk Medeni Kanunu 980. maddesinde emtiayı temsil eden senetlerin devri, “ Bir taşıyıcıya ya da umumî mağazaya bırakılmış emtiayı temsil eden kişinin kıymetli evrakın teslimi, emtianın teslimi gibi sonuç doğurur ” biçiminde ifade edilmiştir. Aslında bu düzenleme ile yukarıda değindiğimiz eşya üzerinde hâkimiyet kuracak araçların devri ile bir benzer niteliklere sahip olmaktadır. Nasıl ki aracın anahtarını devredince aracın zilyetliği de devredilmiş olduğu sayılacak ise de emtiayı temsil eden kıymetli evrakın teslimi durumunda emtianın kendisi de devredilmiş sayılır. Eşyayı temsil eden senetler, taşıma senedi, umumi mağazalar tarafından verilen senetler, konşimento ve varant olarak sayıla gelmektedir.
Geçerli Bir Sözleşmenin Varlığı
Zilyetliğin devri, hukuken geçerli olması gerekmektedir. Eğer geçerli bir zilyetlik devri söz konusu değil ise güveni kötüye kullanma suçu meydana gelmez. Geçerli bir sözleşme, zilyetlik devrine dair olan sözleşme olarak nitelendirilir. Özel hukukta yer alan belirli sözleşme tipleri ile zilyetlik devri gerçekleştirilebileceği gibi, sui generis (kendine özgü ) ya da karma sözleşme tipi ile de zilyetlik devredilmesi mümkün olmaktadır. Burada önemli olan zilyetliğin suçun failine devredilmesi hâlidir. Özel hukukta tanımlanan veya özel hukuka göre geçerli bir sözleşme kurulması koşul olarak aranmamaktadır. Şayet sözleşme mülkiyet devrini de kapsıyorsa fail malın mülkiyetine de sahip olacağından mütevellit suç oluşmayacaktır. Güveni kötüye kullanma suçunun faili malın fer’i zilyedi olarak tanımlanır. Bu suç ile ilgili korunan hukuki değerlerden belki de en başta gelen hukuki değerlerden mülkiyettir diyebiliriz. O sebepten dolayı da satış, bağışlama gibi akitler mülkiyet devrini de içermiş olduğundan güveni kötüye kullanma suçunun tipiklik unsurunun oluşması söz konusu olmayacaktır.
Güveni kötüye kullanma suçunun ortaya çıkabilmesi için önemli olan zilyetlik devrinin olması olup, bu devrin de bir akit ile yapılması zorunlu kılınmamaktadır. Mahkeme kararı ile kanun hükmüyle ya da yetkili kurul kararıyla da zilyetlik devri sağlanmış olabileceği olasılıkları da vardır. Yargıtay da bir kararında site yönetim kurulu kararı ile zilyetliğin devredilmiş olduğu durumlarında devir olgusuna aykırı hareket edilmiş olunur ise suçun oluşacağı kanaatine varmıştır.
Zilyetlik devri akdi hususunun hukuka aykırı olması ya da suç oluşturması durumunda suçun oluşup oluşmayacağı ise öğretide tartışmalı konular arasındadır. Öğretideki bir görüşe göre böyle bir durumda güveni kötüye kullanma sucu oluşmaz zira Türk Borçlar Kanunu’na göre bir sözleşmenin konusu kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, kamu düzenine ve kişisel haklara aykırı olması düşünülemez. Aksi taktide ise bu söz konusu olan sözleşme batıl ( geçersiz ) olacaktır. Bu görüşe göre bu söz edilen durumlarda hukuka uygun bir zilyetlik devrinin gerçekleşmeyeceğini savunmaktadır. Böylece de bu görüş hukuk düzenine aykırı düşen bir güven ilişkisinin korunmaya değer olmayacağını ifade etmektedir. Diğer bir görüşe göre ise ceza hukuku ve özel hukukun ayrı dallar olduğundan mütevellit her hukuk dalında ayrı bir inceleme yapılması gerektiği için güveni kötüye kullanma suçu açısından önemli olanın geçerli bir zilyetlik devrinin varlığı olduğudur. Eğer zilyetlik devrine konu mal hukuken kanun bir mal olsa da şayet devir amacına aykırı tasarruf söz konusu ise suçun yasal unsurlarının oluşacağı yönündedir. Yine bu görüşü savunan yazarlara göre ceza hukukunun korumasının bu tur olaylarda kaybedilmesi ceza hukukunun amacına ters düşeceğini, ceza hukukunun da zarar verme özgürlüğünü genişleten nitelikteki bir geri çekilişinin kabul edilemeyeceğini söylemektedir. Sonuç olarak bizim görüşümüze göre özel hukukun ayrı bir hukuk dalı olmasından dolayı ceza normları yorumlanırken ceza hukukuna özgü kurallar ve ceza hukukunun ilkeleri altında yorumlanması gerektiğinden ötürü zilyetlik devrine konu mal hukuken yasaklanmış olsa da bu suç oluşacaktır. Çünkü bu suç ile korunan mülkiyetin yanı sıra kişiler arasında kurulmuş olan asıl güven ilişkisi koruma altına alınmaktadır.
Muvazaalı işlemlerde suçun oluşup oluşmayacağına da değinilmesi gerekir. Muvazaalı işlemlerde örneğin bir kişinin hacizden kurtarmak amacı ile bir arkadaşına otomobilini satmış gibi gösterdiğinde bu durumun özel hukukta mutlak muvazaa kabul edilerek görünürdeki satış işleminin butlan türünden bir geçersizlik yaptırımına tabi olduğunu söyleyebiliriz. Buna karşın da söz konusu otomobilin butlan türünden geçersizlik nedeniyle mülkiyetini kazanamayan kişi bakımından bu kişinin malikmiş gibi tasarrufta bulunması halinde güveni kötüye kullanma suçunun işlendiği kabul etmek gerekeceği ileri sürülmüş bulunmaktadır. Fakat biz bu belirtilen görüşe maalesef ki katılamıyoruz. Muvazaalı da olsa görünüşte mülkiyetin devri söz konusu olduğundan dolayı güveni kötüye kullanma suçu vücut bulmayacaktır. Malı devreden mağdurun öngörülebilir olan bu durumu ilk olarak öngörmesi icap etmektedir. Özel hukukta sözleşmenin geçerliliği ise ayrı değerlendirme konusu olmaktadır ve buna ek olarak ceza hukukunu bağlaması söz konusu olmayacaktır.
Yukarıdaki paragraflarda açıklanmış olduğu üzere zilyetliğin devri özel hukukta tarif edilen herhangi bir sözleşme tipi ile yapılması zorunlu olmamasına karşın uygulamada yaygın bir şekilde, hukukta düzenlenen bir sözleşme tipine uygun olmak üzere zilyetlik devredilmektedir. Kira sözleşmesi, ariyet sözleşmesi, karz sözleşmesi, vedia sözleşmesi, istisna sözleşmesi, vekâlet sözleşmesi, kefalet sözleşmesi, hizmet sözleşmesi, rehin sözleşmesi genel olarak zilyetliğin karşı tarafa devredildiği sözleşmelerdir. Gerekçede ise sözleşmenin sayılan tiplerden olabileceği gibi, sui generis (kendine özgü ) ya da karma sözleşme ile de zilyetliğin tesis edilmiş olabileceği, bir bankada açılan cari hesaba veya bir özel finans kurumunda açılan katılım hesabına ilişkin sözleşme ya da mülkiyeti muhafaza kaydıyla satın alınmış olan eşyanın bir üçüncü kişiye satılması halinde de güveni kötüye kullanma suçunun meydana geleceği ifade edilmiştir.
Failin zilyetliği devralırken mağdurun iradesini yanıltmamış olması koşulunu aramaktayız. Eğer mağdurun iradesi etkilenip baskı altına alınmış ya da mağdur kandırılarak zilyetlik devri sağlanmış ise güveni kötüye kullanma suçu meydana gelmeyecektir. Bu halden zilyetliğin elde ediliş biçimine göre, dolandırıcılık ya da yağma suçları gündem konusu oluşturur.
Mal Terimi
Güveni kötüye kullanma suçunun konusu, “ zilyetliği devredilmiş olan mal ” olarak ifade edilmektedir. Eski 765 sayılı Türk Ceza Kanununda ise suçun konusu “ bir şey ” olarak belirtilmekte idi. Eski kanundaki düzenleme yeni Türk Ceza Kanununa kıyasla çok daha genel bir ifade olarak yer almaktadır. Çünkü “ şey ” ibaresi içine insan dışında her şeyin girdiği ifade edilmiştir. Türk Ceza Kanununun 155. Maddesinin 2. Fıkrasındaki hükümde ise suçun konusu olarak “ eşya ” ibaresine yer verilmiştir. Söz konusu maddenin 1. ve 2. fıkralarında farklı ibareler yer alsa da aslında mal her türlü eşya olarak tanımlanabileceğinden içerik olarak bir fark yaratmamaktadır. Mal ya da eşya insan dışında maddi bir varlığı olan her şey olarak tanımlanabilir. Eşya, kişilerin üzerinde hâkimiyet kurabildikleri, maddi varlığı olan, belirli bir sınırlara sahip, kişisel olmayan şeyler olarak açıklanmıştır. İnsan vücudu eşya ya da mal olarak kabul edilmemesine karşın vücuttan ayrılabilen ya da ayrılan parçalar ise bu kapsama girebilecektir. Örnek vermek gerekir ise takma tırnak, peruk, kesilen saç gibi vücuttan ayrılan parçaları eşya olarak değerlendirebilmemiz olası olacaktır. Yine diğer bir görüşe göre de bir kimse kardeşine verilmek üzere böbreğini bir özel hastanede doktora teslim etmesi ve onun da bu böbreği hasta olan babasına nakletmesi misalinde olduğu gibi insan bedeninden ayrılan parçalar bu suçun konusun içeriği oluşturabilmeleri mümkün olabilecektir. Çeşitli farklı görüşler olsa da insan cesedinin eşya olarak kabul edilemeyeceği fikrini savunmaktayız. Bu sebepten ötürü suçun konusu olmayacaktır. Hayvanlar taşınır mal olarak kabul edileceğinden ötürü bu suçun konusunu oluşturabileceklerdir. Bir şeyin mal olarak kabul edilebilmesi için illa ki bu şeyin ekonomik değerinin, bir pahasının olması gerekmez. Bir şeyin manevi değeri de olsa bu söz konusu olan şey mal olarak kabul edilebilecektir. Kişinin sevgilisine ait olan bir tutam saç ya da vefat etmiş bir yakınına ait fotoğraf ceza hukuku ve güveni kötüye kullanma suçu bakımından mal olarak kabul edilebilecektir. Malın ekonomik değerinin olup olmaması ya da değerinin az olması suçun oluşumu açısından hiç dikkate değer bir önem olarak arz etmemektedir. Hukuken kabul edilen bir mal var ise suç oluşacaktır. Söz konusu maddenin gerekçesinde suç konusunun taşınır ve taşınmaz mallar olduğunun altı çizilmiştir. Taşınır eşya, eşyanın genel olan tanımına ve eşya hukukunda geçerli olan belirlilik ilkesine uygun olarak, uzayda yer kaplayan, gözle görülüp el ile tutulabilen, başlı başına var olan, egemenlik altına alınabilen maddi cisim olarak açıklanmış bulunmaktadır. El ile taşınabilen her şey bu kapsamda değerlendirileceği gibi, elektrik enerjisi, gazlar, tabi ve suni buharlar da güveni kötüye kullanma suçunun konusunu oluşturacaktır. Bir kimsenin komşusuna sadece bir ampul takıp kullanması için elektrik vermesi, buna karşılık olarak da komşusunun buzdolabı, televizyon gibi aletleri de elektriğe takması durumunda da güveni kötüye kullanma suçu gündeme gelecektir. Buna karşı olarak da fikir, düşünce gibi maddi – fiziki bir varlığı olmayan şeyler mal olarak değerlendirilmesi ihtimali oluşmayacak olmakta ve güveni kötüye kullanma suçunun konusu oluşturmayacaktır. Şayet ki bir fikir telif hakkı kapsamında yazıya dökülmüş ise bu durumda da suç konusu oluşturması söz konusu olacaktır. Para da taşınır mal kapsamında olduğundan mütevellit suçun konusu olabilecektir. Eğer bir kimse 3. kişide bulunmuş olan alacağını ödünç olarak arkadaşına vermiş ise ve bu arkadaşı da parayı aldıktan sonra bunu inkâr etmiş ise güveni kötüye kullanma suçu yine de meydana gelecektir.
Başta taşınmaz eşya ya da taşınmazın bütünleyici parçası olan eşyalar sonradan ayrılarak taşınır niteliğine sahip olmuşsa yine bu kapsamda sayılacaktır. Bu konuya örnek vermek gerekir ise dikili olan bir ağacın kesilmesi, evin kapısının sökülmesi bu kapsam dâhilinde sayılmaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunun konusunu oluşturmakta olan bir diğer mal grubu ise taşınmaz mallardır. Açık olarak net bir şekilde gerekçede de belirtildiği üzere taşınmaz mallar da bu suçun konusunu oluşturacağı belirtilmiştir. Taşınmazlar gibi, gemi, uçak vb. özel sicile tescil edilen mallar da bu suçun konusunu oluşturmaları mümkün gözükmektedir.
Fiil
Güveni kötüye kullanma suçunun fiil unsuru, Türk Ceza Kanunun 155. maddesinde, başkasına ait olup da muhafaza etmek ya da belirli bir biçimde kullanmak üzere zilyetliği kendisine devredilmiş olan mal üzerinde, kendisinin ya da başkasının yararına olarak, “ zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunma ya da bu devir olgusunu inkâr etme” olarak belirtilmiştir. Maddeye bakıldığında fiil unsurunun seçimlik hareketli olarak düzenlendiği, kanun koyucunun suç oluşturan hareketleri tek tek saymak yerine tasarrufta bulunmak veya devir olgusunu inkâr etmek şeklinde genel ifadelere yer verip içeriğinin doldurulmasını uygulama ve doktrine bıraktığı görülmektedir. Eski 765 sayılı Türk Ceza Kanununda suçun seçimlik hareketleri kanunda sayılmak sureti ile gösterilmişti. Suçun unsurları, “ satmak ya da rehin etmek veya sarf ve istihlak etmek yahut ketim ve inkâr etmek veyahut tahvil ve tağyir etmek “ şeklinde ifade edilmiştir. Eski 765 sayılı Türk Ceza Kanununu döneminde bunun dışındaki hareketler güveni kötüye kullanma suçunu oluşturmayacaktır. Şu var ki yeni Türk Ceza Kanununda genel ve kapsayıcı bir biçimde düzenleme yapılarak kanun koyucunun öngörmediği ya da öngöremediği fiillerin biçimlerinin de cezalandırıldığı saptanmaktadır. Kanun koyucunun bu tutumu doktrinde genel olarak olumlu bir şekilde karşılık görmüştür. Güveni kötüye kullanma suçu da kanunda öngörülmüş olan tipe uygun fiilin gerçekleştirilmesi ile tamamlandığından ötürü sırf hareket suçları arasında sayılmaktadır. Bu durumun olası bir sonucu olarak da suç neticeli bir suç olmamakta olup ani suç kategorisinde kendisine yer bulmaktadır. Suçun oluşumu için bir zararın meydana gelmesi şart olmamakta ve zarar tehlikesi yeterli olduğundan dolayı zarar suçu olarak değil tehlike suçu olduğu vurgulanmıştır. Güveni kötüye kullanma suçu icrai bir hareketle işlenen bir suç olduğu gibi ( örneğin zilyetliği devredilen malın satılması ), ihmal suretiyle de işlenebilmesi olası olmaktadır. ( misal zilyetliğin devir olgusunu inkâr etmek). Söz edilen maddeye göre suçun tipiklik unsurunu oluşturan fiil olguları; zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunmak ve devir olgusunu inkâr etmek olarak sayılmaktadır.
Zilyetliğin Devri Amacı Dışında Tasarrufta Bulunma
Zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunma fiilinin gerçekleşip gerçekleşmediğinin tespiti için ilk olarak zilyetliğin devrinin hangi amaç ile tesis edildiğinin tespit edilmesi gerekmektedir. Zilyetliğin devri yukarıda ayrıntılı bir şekilde açıklanmış olmakta ve o kapsamda bir zilyetlik devri olması lazımdır. Zilyetlik devri sonrasında ise failin sanki adeta malikmiş gibi rol yaparak yetkisi olmadığı halde malikin kullanabileceği yetkileri kullanması halinde suçun oluşacağını belirtmemiz gerekir. Zilyetliğin devri borçlar hukukunda düzenlenmiş bir akit tipi ile olabileceği gibi atipik bir akit ile de gerçekleşebilir. Şayet zilyetlik belli bir şekilde ve amaç için devredilmiş ise suçun oluşup oluşmadığının tespitini yapıp belirlemek kolay yoldur. Kira akdi ile belli bir süre kullanmak için devredilen bir eşyanın satılması ve yine kiralanan aracın bir başka kişiye devredilmiş olması, muhafaza etmek üzere devredilen eşyaların bir başka kişiye kiralanması gibi durumlarda suçun oluşacağı açık bir şekilde görülebilmektedir.
Bu kısımda dikkat edilmesi gereken bir konu ise zilyetliğin devrine esas sözleşmeye göre fakat farklı bir şekilde malın kullanılması halinde suçun oluşup oluşmayacağı gündeme gelir. Misal olarak, “ yalnız evde var olan odunları kesmesi için ödünç olarak almış olduğu motorlu testereyi ormanda kesim işinde de kullanan bir kişi ya da sadece İzmir sınırları içinde kullanmak için kiraladığı araç ile Ankara’ya giden kişi güveni kötüye kullanma suçunun faili olur mu? ” sorusu hemen akıllara gelmektedir. Bizim görüşümüze göre bu gibi durumlarda önemli olan şey ise zilyetliğin devrine esas sözleşme tipine uygun kullanılmış olup olmadığıdır Ağaç kesim için verilen motorlu testerenin başka bir ağaç kesim işinde kullanılmış olması ya da aracın kira sözleşmesinde yazılı sınırlar dışına çıkarılması durumunda da suç ortaya çıkmaz. Türk borçlar hukukunun sözleşme ve tazminat hükümlerine göre mal sahibi hak iddiasında bulunabilme imkânına sahiptir. Benzer bir şekilde de yalnızca harmandan buğday getirmek için kiralanan traktörün ayrı olarak başka bir işte kullanılması örneğinde baktığımızda da suçun meydana gelmeyeceği belirtilmiştir.
Malın zilyetliği kendisine devredilmiş olan fail, o söz konusu olan malı zilyetliğin devri amacına aykırı olarak bir şekilde satar ise suç oluşmuş olur. Şu var ki malın zilyetliği malı satma amacıyla faile devredilmiş ise suçun oluşmuş olması söz konusu olamaz. Bu duruma bir örnek verecek olursak aracın zilyetliği, aracı başkasına devretmesi için faile verilmiş ise failin aracı devretmesi akit ediminin yerine getirilmesi olup suçun unsurları oluşmayacaktır. Buna ek olarak faile zilyetlik devredilirken satış yetkisi verilmemiş ve ayrıca satış dışında bir amaç ile de söz konusu olan mal devredilmiş ise failin satış yapması ihtimalini ele aldığımızda güveni kötüye kullanma suçu meydana gelmiş olur. Doktrine baktığımızda ise tartışmalı olan bir konu, suçun oluşması için tek başına satış sözleşmesinin yeterli mi olduğu, yoksa bu koşulun yanında malın tesliminin de gerekli olup olmadığı noktasın ön plana çıkmaktadır. Bu konuda da çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. İleri sürülen bir görüşe göre, fail, zilyetliğin devrine aykırı bir şekilde satış sözleşmesi yapması ihtimalinde suç meydana gelmiş olur. Bahsettiğimiz bu görüşü savunan yazarlara göre suç ile korunan hukuki yarar aynı zamanda kişiler arasındaki güven ilişkisi de olmuş olduğundan ve fail satış sözleşmesi yaparak güvenilir bir kişi olmadığını göstermiş olduğundan mütevellit suç satış sözleşmesinin yapılması ile suç vücut bulacaktır. İleri sürülen diğer bir görüşe göre de satış sözleşmesi tek başına suçun oluşumu için yeterli değildir denilmektedir. Satış sözleşmesi ile taraflar arasında bir borç ilişkisi kurulmaktadır bundan dolayı da fail olan satıcı malın mülkiyetini alıcıya geçirme yükümlülüğü altına sokulmaktadır. Suçun oluşabilmesi için fail olan satıcının alıcı olan kişiye malı teslim etmesi, başka bir deyiş ile tasarruf işleminde bulunması gerekmektedir. Bizim görüşümüze göre failin satış sözleşmesi yapması ile taraflar arasında var olan güven ilişkisine aykırı hareket edilmiş olacağından dolayı bunun yanında güveni kötüye kullanma suçunun oluşumu için mutlaka zararın meydana gelmesi gerekmediğinden ve ayrıca zarar tehlikesinin ortaya çıkması halinde suç oluşacağı sebebi ile failin zilyetliğin devri amacına aykırı olarak satış sözleşmesi yapması ile suç oluşacaktır. Bunlara ek olarak satılan eşyanın 3. bir kişi olan alıcıya teslim edilmesi koşullar arasında sayılmamaktadır. Alacak bir rehine bağlanmış ve bu kapsamda da bir mal alacaklı olan kişiye rehin olarak verilmiş ise alacaklı sözleşmeye konu borç ödendiğinde rehnedilen eşya ve doğal semerelerini borçluya geri vermesi gerekmektedir. Yoksa alacaklı bu yükümlülüğüne aykırı davranırsa ve söz konusu malı kendi elinde tutmaya devam eder ya da elinden çıkarıp satarsa güveni kötüye kullanma suçunun faili olarak nitelendirilecektir.
Zilyetliği devredilen mal kullanılır ya da bir şekilde tüketilirse de bu durum da güveni kötüye kullanma suçunu meydana getirecektir. Bu durumda zilyetliği devredilen eşyanın niteliğine ve devir sözleşmesine bakmak lazımdır. Eski 765 sayılı Türk Ceza Kanununda eşyanın “ sarf ya da istihlak ” edilmesi suçun unsuru olarak ifade edilmekteydi. Burada kastedilen asıl şeyin ise kullanma neticesinde malda bir eksikliğin meydana gelmesi olduğu ve mal kullanılmakla bir değer ya da miktar kaybına uğramamış ise suçun oluşmayacağı şeklinde ifade edilmiştir. Kullanma sonucu güveni kötüye kullanma suçunun ortaya çıkabilmesi için failin kullanım amacına aykırı olarak hareket etmesi gerekmektedir. Yukarıda verilmiş olan örneğe tekrar baktığımızda ağaç kesmek için alınan bir motorlu testere başka bir ağaç kesme işinde kullanılmış ise suç oluşmayacaktır. Kullanma için verilen eşya misli eşya ise, misal 1 kg pirinç ödünç olarak verilmiş ise aynısının geri verilmesi şart değildir. Bu 1 kg pirincin iade edilmesi yeterli olarak gözükmektedir. Bir miktar paranın borç verilmesi halinde de para kullanıldıktan sonra geri ödeme tarihinde alacaklı tarafından verilen banknotların aynen iade edilmesi şart olmayarak aynı miktarda paranın iade edilmesi yeterlidir. Şu var ki eşya özel olarak yapılmışsa ya da özel yani manevi olarak bir değeri varsa bu durumda eşyanın aynısının iade edilmesi zorunlu olmaktadır. El yapımı ve özel değeri olan bileziğin komşuya verilmesi halinde komşu aynı bileziğin fabrika yapımı muadilini verir ve orijinalini kendinde tutmaya devam eder ise güveni kötüye kullanma suçu meydana gelecektir.
Faile zilyetliği devredilen eşya, fail tarafından değiştirilir ya da olduğundan daha farklı başka bir eşyaya dönüştürülür ise güveni kötüye kullanma suçu meydana gelir. Eşyanın tamamının değiştirilmesi şart olmadığı gibi sadece belirli parçaların değiştirilmesi halinde de suç oluşmuş olacaktır. Değiştirme sonucu malın değerinde bir eksiklik meydana gelmemiş ise suçun oluşmayacağı şeklinde ifade edilmiştir. Bunu da eklemek gerekir ki güveni kötüye kullanma suçu ile taraflar arasındaki güven ilişkisi de korunduğundan ötürü sırf mali bakımından bir eksiklik meydana gelmemiş olması suçun oluşumu noktasını etkilememiş olacaktır. Eşyanın devir amacına aykırı bir şekilde bir başka kişiye bağışlanması halinde de güveni kötüye kullanma suçu meydana gelir. Yalnızca eski 765 sayılı Türk Ceza Kanununda sayılmış olan eylemin şekilleri dolayısıyla değil, herhangi bir şekilde zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunulur ise güveni kötüye kullanma suçu meydana gelir. Bunun için her somut olay ayrı ayrı incelenmelidir ve ilk olarak zilyetliğin faile hangi amaç ile devredildiği ortaya konmalıdır. Ardından da failin fiilinin devir amacına aykırı olup olmadığı tespit edilmeli ve ona göre suçun oluşup oluşmadığının ortaya konmuş olması gerekmektedir.
Devir Olgusunu İnkâr Etmek
Zilyetliğin devir olgusunu inkâr etme öğretide failin malın zilyetliğinin kendisine teslim edilmemiş olduğunun ileri sürülmesi, şikâyetçi tarafından malın verilmesine ile ilgili bir sözleşmenin varlığının kabul edilmemesi vb. şeklinde ifade edilmektedir.
Devir olgusunun inkârı nedeni ile güveni kötüye kullanma suçu icrai ya da ihmali olarak işlenebilir. Zilyetliğin devredildiğinin net bir şekilde inkâr edilmesi halinde icrai bir davranış söz konusu iken, mağdurun zilyetliğin devrini istemesine rağmen sessiz kalınması ya da zamanında zilyetliğin iade edilmemesi hallerinde ihmali davranış söz konusu olacaktır. Mağdurun, zilyetliğin iadesini isteyebilmesi için aradaki sözleşmeye istinaden isteme hakkının var olması gerekmektedir. Daha vadesi gelmemiş bir borcun istenmesi halinde failin parayı iade etmemesi ya da sessiz kalmasında suç meydana gelir. Zilyetliğin devri yükümlülüğü her zaman mağdur tarafından faile verilmiş olan mal nedeni ile meydana gelmez. Müvekkili namına tahsilat yapan bir vekilin ve aynı zamanda şirket adına tahsilat yapan yetkilinin de malı iade etme ya da devretme yükümlülüğü vardır. Bunun tersi bir davranış ise güveni kötüye kullanma suçunu oluşturacaktır. Şu var ki unutulmaması gereken şey her zamanında ödenmemiş olan bir borcun güveni kötüye kullanma suçunu oluşturması beklenemeyeceğidir. Her somut olay kendine mahsus olgular içermiş olduğundan bu olgular ile birlikte incelenmesi gerekmektedir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda Manevi Unsurlarla İlgili Olan Hususlar Nelerdir?
Herhangi bir suç söz konusu olduğunda failin o suçu işlemiş sayılabilmesi için maddi unsur şartlarının yanında manevi unsur şartlarının da oluşmuş olması gerekmektedir. Diğer şartları açısından tamamlanmış olan bir eylemin suç sayılabilmesi için fail ile eylem arasındaki psikolojik bir bağı ararız. Bu aradığımız bağ suçun manevi unsuru olarak nitelendirilmektedir. Bir suçun maddi unsurları o suçun işlenmiş sayılması için yeterli değildir. Ancak bu bağ kurulduğunda bir suçun varlığından söz etmek mümkün olmaktadır.
Öğretide yaygın kullanım olarak bazı yazarlar tarafından “ manevi unsur ” kavramı yerine “ kusur ” veya “ kusurluluk ” kavramları kullanılmaktadır. Hâlbuki bu kavramlar manevi unsur kavramından daha farklı bir anlama gelmektedir. Kusurluluk, failin işlediği eylem ile ilgili olarak faile haksızlık yüklenip yüklenemeyeceği hakkındaki değer yargıları olarak tanımlanmaktadır. Kusurluluğu etkileyen bir unsurun varlığı halinde fail suç teşkil edilen fiilden hiç sorumlu olarak tutulmamakta ya da bu eylemden doğan sorumluluğu azaltılmaktadır. Failin dış dünyada gerçekleştirdiği eylemin tüm şartları gerçekleşmiş olması itibari ile de kişi bu eyleminden ötürü kusurlu sayılmasa bile bu eylem suç olma niteliğini korumaya devam eder. Yani anlaşıldığı üzere kusurluluk bir suçun unsuru olarak dile getirilemez. Şu var ki bir suçun manevi unsuru oluşmadığında dış dünyada herhangi bir etki meydana getirse bile eylem ile fail arasındaki manevi bağ kurulamadığından suç oluşmaz. Eğer kusurluluğu suçun unsuru olarak değerlendirmeye almış olsaydık, failin tipik bir eylemi gerçekleştirip kusuru olmadığı hallerde ise suçun oluşmadığını kabul etmemiz gerekecektir. Bu olasılık ile değerlendirdiğimizde Türk Ceza Kanununun esas amaçlarına aykırı bir durum oluşacak olup fail hakkında da herhangi bir cezai yaptırım uygulanması mümkün olmayacaktır. Kanun koyucu bu durumu önceden öngörmüş olup kişinin eyleminin suç olarak nitelendirilebildiği ama bu fiilden dolayı kınanabilmesinin olası olmadığı durumlarda ceza yerine başka hukuki tedbirler uygulama yoluna gitmiştir. Bu duruma örnek vermek gerekir ise akıl hastası olan kişinin haksız bir eylem gerçekleştirmesi halinde, akıl hastalarına özgü güvenlik tedbirleri uygulanır; şeklinde bir örnek verebiliriz.
Manevi unsur temel olarak kast ve taksir olmak üzere ikiye ayrılır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 21. Maddesinin 1. Fıkrası uyarınca ” suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır. ” denilmiştir. Burada bir fiilin suç oluşturabilmesi için temel unsurun kast olduğunun altı çizilmiştir. Bu cümleden hareketle bir fiilin asıl işleniş şeklinin kast olduğu, taksir ile işlenişin de istisnai bir durum olduğu söylenebilir. Belirtilen maddenin devamında ” kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir… ” denilerek kastın anlamı açıklanmıştır. Kastın kanuni tanımından yola çıkar isek kast, bilme ve isteme unsurlarının var olmasıyla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bilme şartı, failin bir suçun oluşabilmesi için zorunlu olan tüm kanuni tanımındaki unsurların bilinmesidir. İsteme şartı ise, failin eylemindeki iradesinin kanuni tanımda yer alan unsurlara yönelmesi şeklinde açıklanabilir.
Failin işlemiş olduğu suça ilişkin bilgisinin seviyesine göre kast 2’ye ayrılır. Bunlar: doğrudan kast ( dolus directus ) ve olası ( muhtemel, dolaylı, dolus eventualis ). Türk Ceza Kanununun kastı açıklamış olan 21. maddenin 1. fıkrasında doğrudan kast; 2. Fıkrasında ise olası kast düzenlenmiştir. Bu maddeye göre failin suçun Türk Ceza Kanununda yazılmış olan tanımındaki şartları bilerek ve isteyerek meydana getirmesi halinde doğrudan kastın varlığından söz edilir. Olası kast ise failin suçun kanundaki tanımındaki şartların meydana gelebileceğini öngörmesine rağmen, failin gerçekleşmesini istemediği sonuçlarında gerçekleşmesini kabullenilmesi olarak açıklanabilir. Başka bir deyişle de olası kast, failin isteyerek öngördüğü bir sonucu gerçekleştirmek için meydana getirmiş olduğu fiil ile o fiilden meydana gelen ikincil bir sonucu daha ifade eder.
Manevi unsurun bir diğer görünüş biçimi ise taksirdir. Yukarıda da belirtildiği üzere taksir istisnai hallerde ortaya çıkmaktadır. Taksir, Türk Ceza Kanununun 22. maddesinin 2. Fıkrası uyarınca ” dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık nedeni ile bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeden gerçekleştirilmesi ” denilerek açıklanmıştır. Fail bir fiilin neticesini açıkça öngörebilecek bir durumda olmasına karşın fail açışından öngörülememesi durumunda basit taksirin varlığından söz ederiz. Basit taksir bazı kaynaklar tarafından adi ya da bilinçsiz taksir olarak da ifade edilebilmektedir. Taksirin bir diğer biçimi de bilinçli taksirdir. Bilinçli taksir Türk Ceza Kanununun 22. maddesinin 3. Fıkrası uyarınca ” kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi hâlinde bilinçli taksir vardır ” biçiminde açıklanmıştır. Basit taksiri bilinçli taksirden şu şekilde ayırabiliriz: Fail eyleminin neticesini önceden öngörebilmesine karşın bu neticeyi istememiş olması gerekmektedir. ( Türk Ceza Kanunu 22/3 ) Başka bir deyişle açıklayacak olursak bilinçli taksirde fail, eyleminin sonucunu öngörmesine karşın istemediği bu sonucun gerçekleşmeyeceğine dair inancını koruyarak eylemine devam etmektedir.
Olası kast ile bilinçli taksir kavramlarından çıkarılan hukuki anlamları birbirine benziyor olmalarından dolayı özellikle lisans derecesindeki öğrenciler tarafından sık sık karıştırılmaktadır. Bilinçli taksirin var olduğu bir durumda fail neticeyi öngörüyor ve bu neticenin gerçekleşmeyeceğine dair olan inancıyla eylemini sürdürmeye devam ediyor. Fail burada ortaya çıkan neticeyi kabullenmiyor. Hâlbuki olası kast meydana geldiğinde fail neticeyi öngörebilmektedir. Fakat bu neticeyi istemediği halde neticenin gerçekleşmemesi için herhangi bir şey yapmayarak kayıtsızlık ve kabullenmişlik halinde kalıp “olursa olsun” diyerek hareket etmektedir.
Türk Ceza Kanununun 22. maddesinin 1. Fıkrasında , ” Taksirle işlenen eylemler, kanunun açıkça belirttiği hâllerde cezalandırılır. ” biçimindeki düzenleme ile failin eylemlerinden dolayı taksirli sorumluluğunun istisnai nitelikte meydana gelebileceği net bir şekilde belirtilmiştir. Kural olarak suçlar, kasten işlenebileceğinden dolayı ancak bir suçun kanunda açık bir şekilde taksirle işlenebileceği düzenlendiği belirtildiğinde o suçtan dolayı failin taksirli sorumluluğu yoluna gidilebilir. Eski 765 sayılı ve güncel mevzuatımızdaki 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu dönemlerinde güveni kötüye kullanma suçunun taksir ile işlenebileceğine ilişkin herhangi bir düzenlemeye yer verilememiştir. Bu bilgiden yola çıkarak güveni kötüye kullanma suçunun yalnızca kast ile işlenebilen bir suç olduğunu dile getirebiliriz. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 155. maddesinin hukuki nedeninde de ” eşya üzerinde mevcut sözleşme ilişkisiyle bağdaşmayan kasıtlı tasarruflar, cezai yaptırım altına alınmıştır… ” şeklinde ifade edilerek güveni kötüye kullanma suçunun kasten işlenebileceği net olarak belirtilmiştir. Bu da demek oluyor ki fail kanuni tanımdaki zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunma ya da bu devri yalanlama şeklindeki fiilleri ancak kasten gerçekleştirmiş olursa suç oluşur. Dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı hareket ederek malı iade etmemesinden dolayı failin kastı olmadığı için ayrıca güveni kötüye kullanma suçunun taksirli hâli kanunda düzenlenmemiş olduğundan bu durumda suç oluşmaz. Bahsettiğimiz bu sebepten dolayı iadede gecikme durumunda failin dikkat ve özen yükümlülüğü eksikliğinin var olup olmadığı her somut olayın durumuna göre bakılıp araştırılması gerekmektedir.
Türk Ceza Kanununun 21. maddenin gerekçesi olarak ” Kasten işlenebilen suçlar, ilke olarak hem doğrudan hem de olası kastla işlenebilir. Şöyle ki kanundaki tanımında ” bilerek ” ifadesine yer verilmiş olan suçlar sadece doğrudan kastla işlenebilir.” denilmiştir. Bu maddenin gerekçesi ışığında güveni kötüye kullanma suçunu inceleyecek olursak eğer suçun kanuni tanımında “ bilerek ” kavramına yer verilmemiştir. Bu sebepten ötürü de güveni kötüye kullanma suçu hem doğrudan kast ile hem de olası kast ile işlenebilmektedir.
Güveni kötüye kullanma suçu sırf hareketli ( Tehlike suçu ) bir suç olarak nitelendirilir. Sırf hareket suçundan bahsettiğimiz zaman failin suçun neticesinin ne olacağını önceden görüp buna göre hareket etmesi mümkün değildir. Ancak güveni kötüye kullanma suçunun olası kast ile işlenebilmesi için ilk olarak failin önceden öngördüğü bu neticeyi istemesi ve netice açısından da bir kabullenmişlik durumu içerisinde olması gerekir. Neticenin öngörülememesi sebebinden dolayı güveni kötüye kullanma suçunun olası kastla işlenip işlenemeyeceği konusunda bir ikilem mevcuttur. Kanuni tanımında netice unsuruna yer verilmemiş olan suç tiplerinde bu unsur dışında suçun diğer unsurlarının gerçekleşebileceğini failin öngörmesine karşın bir kabullenmişlik hâli içerisinde tipik eylemin işlenmesi durumunda suç oluşmuş olacaktır. Şu demek oluyor ki güveni kötüye kullanma suçunda failin kastı değerlendirilirken netice açısından ayrı bir inceleme yapılmasına gerek görülmemektedir. Şöyle ki fail, tipik eylemi gerçekleştirerek bu eylem neticesinde ortaya çıkacak sonuçlara katlanmaya zorunda kalır. Bundan ötürü güveni kötüye kullanma suçu bakımından failin neticeyi öngörüp öngörmediğine değinilmeksizin bu suçun olası kastla işlenebileceğini tasvip etmek gerekir. Güveni kötüye kullanma suçunun olası kast ile işlenmesi ile ilgili bir örnek verecek olursak; kişiye, bir sözleşme çerçevesinde zilyetliği kendisine devredilmiş olan bir mal söz konusu olsun. Kişi, bu malı bir başkasına satma konusunda bir yetkisinin olup olmadığı hakkında tam bir yetkisi olmadığı halde “ yetkimin olup olmadığı fark etmez, en fazla ne olabilir ki satıyım gitsin ” düşüncesiyle hareket etmekte olan bir kişinin eylemi kendisine yetki verilmediğinden dolayı güveni kötüye kullanma suçunu meydana getirir. Fail vermiş olduğumuz bu örnekte gerçekleştirmiş olduğu eylemin malikin haklarına zarar verdiğini öngördüğü halde “ olursa olsun ” düşüncesi ile hareket ettiğinden ötürü olası kast ile güveni kötüye kullanma suçunu işlemiştir.
Suçun varlığı için bazı hallerde kanun koyucu failin belirli bir amaç ile ve belli saik ile hareket etmesini aramıştır. Öğretiye bakıldığında da failin belirli bir amaç ile hareket etmesi durumunda özel ve genel kast ayrımı ortaya çıkmıştır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun sistemine baktığımız zaman bu ayrıma yer verilmemiştir. Failin amaç veya saikinin bazı suçlar açısından suçun temel şekline ilişkin bir unsur niteliğinde olduğu öğretide bazı yazarlar tarafından kabul edilmektedir. Öğretide güveni kötüye kullanma suçunun işlenmiş sayılabilmesi için failin özel kast ile hareket etmesinin gerekip gerekmediği konusunda farklı görüşler ön plana çıkmaktadır. Bazı yazarların görüşüne göre güveni kötüye kullanma suçu açısından manevi unsurun gerçekleşebilmesi için bilme ve istemenin yeterli olmadığından bahsedilir. Buna ek olarak da failin özel bir kast ile ( dolus specialis ), diğer bir deyiş ile menfaat sağlama kastıyla ( Latincesi Animus Lucri ) hareket etmesi gerektiği savunulmaktadır. Öğretideki diğer yazarlara göre de bu suç için istemenin ( genel kast ) yeterli olduğu, ayrıca failin özel olarak menfaat sağlama amacıyla ( özel kast ) hareket etmesine gerek olmadığını savunmaktadırlar. Güveni kötüye kullanma suçunun özel kastla işlenip işlenemeyeceği konusunda Türk hukukundaki güncel kanunumuza göre yorumlarsak, güveni kötüye kullanma suçuyla korunan hukuki değerler göz önüne alındığında kanuni tanımda yer alan ” kendisinin veya başkasının yararına olarak ” ifadesinin dar yorumlanmaması lazımdır. Failin belirli bir menfaat temini amacıyla olmasa da taraflar arasındaki hukuki ilişkiye aykırı olarak gerçekleştireceği eylemlerin güveni kötüye kullanma suçunu oluşturabileceği açıktır.
Manevi unsurları incelerken mutlak olarak değinilmesi gereken bir diğer konu da failin kastının oluşma anıdır. Kanun koyucu Türk Ceza Kanununun 30. Maddesinde “ hata ” düzenlemesine yer vermiştir. Bu düzenlemede kanuni unsurlar konusunda kişinin bilgisiz, eksik ya da yanlış bilgi sahibi olması halinde suçun maddi unsurlarında hataya düşebileceği kanun koyucu tarafından kabul edilmiştir. Hataya düşme durumu kastın varlığına engel olacağı için kişinin cezai sorumluluğu yoluna gidilemez.
Kast açısından bahsedeceğimiz diğer bir husus ise failin suç işleme kastıyla hareket etmesine karşın sonradan mağdurun uğradığı zararı gidermesi ya da malı aynen iade etmesi hâlinde suçun oluşup oluşmayacağıdır. Failin suçun tamamlanmasından sonra mağdurun zararını gidermesi etkin pişmanlık hükümleri ( Türk Ceza Kanununun m. 168 ) çerçevesinde değerlendirilmektedir. Zilyetliğin devredildiği kişiden paranın ( veya misli malın ) iadesi istendiğinde kişi misli malı iade edebiliyorsa failin suç kastıyla hareket edip etmediğini belirlemek zor olacağı için suçun oluşmadığını kabul etmek gerekir denilmektedir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda Hukuka Aykırılık Unsuru İle İlgili Olan Hususlar Nelerdir?
Hukuka uygunluk sebepleri, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 1. Kitabının, 2. Kısmının ” Ceza Sorumluluğunu Kaldıran ya da Azaltan Nedenler ” adlı 2. Bölümünde kusurluluğu etkileyen nedenlerle beraber ele alınarak düzenlenmiştir. Bu kısmın sistematiğinden hangi maddelerin hukuka uygunluk nedeni hangi maddelerin ise kusurluluğu etkileyen nedenler ile ilişkin olduğu anlaşılamadığından bazı tartışmalara sebebiyet vermiştir. Hukuka uygunluk sebeplerini belirleyebilmek için bu kısımdaki maddelerin gerekçesi ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun ( CMK ) 223. maddesi ile birlikte incelendiğinde hukuka uygunluk nedenlerinin birazdan aşağıda belirteceğimiz şekilde sınırlı sayıda sayılmış olduğu görülecektir.
Ceza hukuku bakımından hukuka aykırılık, kanuni tanımda öngörülmüş olan tipik hareketlerin gerçekleştirilmesi ile ortaya çıkan fiilin var olan hukuk düzeniyle çatışmasıdır. Hukuka aykırılığın suçun bağımsız bir unsurudur. Bu sebepten hukuka aykırılık tipiklik içerisinde değerlendirilmeyecektir. Kanuni tanımında hukuka aykırılık unsurunun net bir şekilde aranmış olduğu bu haller öğretide ” hukuka özel aykırılık halleri ” olarak ifade edilmiştir. Failin işlediği fiille ilgili olarak suçun maddi ve manevi unsurlarının yanında bu fiilin hukuka aykırılığının bilincinde olup olmadığının da araştırılmış olması lazımdır. Bu araştırma olmadan kastın varlığının tespit edilmesi olanaklı değildir.
Hukuka uygunluk sebepleri hukuk düzeninin bütünü açısından geçerli olarak kabul edilmiştir. Buradan çıkarılması gereken şey, hukuka uygunluk sebepleri arasında bir derecelendirme sistemi ( öncelikli olarak uygulanma bakımından ) uygulanamayacağından dolayı her hukuka uygunluk sebebi aynı neticeyi doğurmuş olmaktadır. Hukuka uygunluk sebepleri bakımından genel geçer bir kıstas bulunamadığından dolayı kendi içinde bilimsel bir sınıflandırma yapılamamıştır. Çünkü bu sebeplerin kendi içlerinde bazı ortak noktaları olsa bile; farklı kaynaklara sahip olmaları, yapılarının farklılığı ve bunlara ek olarak uygulanma şartlarının da farklı olması sebepleri bilimsel bir sınıflandırma yapılamamasında etkili olmuştur. Öğretide bazı yazarlar tarafından geçerli bilimsel sınıflandırma yapılamamasından dolayı da birçok farklı görüşleri ileri sürülmüştür. 765 sayılı eski Türk Ceza Kanununda hukuka uygunluk nedenleri ” hakkın icrası ” ve ” mağdurun rızası ” olarak 2’li bir ayrıma tabi tutulmuştu. Ancak yeni 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ile beraber hakkın icrası ve mağdurun rızası düzenlenip bu ikili ayrım ortadan kaldırılmıştır.
Güveni kötüye kullanma suçu bakımından eski sayılı Türk Ceza Kanununun ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda özel hukuka aykırılık düzenlemesi yer almamıştır. Bu sebeple somut olay incelenirken önce fiil kanuni tipe uygun mu diye bakılır; daha sonra ise bir hukuka uygunluk nedeninin bulunup bulunmadığı değerlendirilir. Bu da demek oluyor ki failin gerçekleştirmiş olduğu fiilin hukuka aykırılığının bilincinde olup olmadığı incelenmeyecektir.
Failin gerçekleştirmiş olduğu eylemin kanuni tanıma uygun olması hali, o fiilin hukuka aykırılığı bakımından bir karine oluşturur. Ancak somut olayı ele aldığımızda failin tipe uygun fiiliyle ilgili bir hukuka uygunluk nedeni söz konusu ise fiil hukuka aykırı olmaz. Bu nedenden dolayı somut olayda ilk olarak bir fiilin tipe uygun olup olmadığı değerlendirilmektedir. Suçun hukuka aykırılık unsurunu ortadan kaldırarak eylemin suç olarak nitelendirilmesine engel olan nedenlere “ hukuka uygunluk nedenleri ” denilmektedir. Hukuka uygunluk nedenleri ” kanun hükmünü yerine getirme, meşru savunma, hakkın kullanılması ve ilgilinin rızası ” biçiminde sayılır.
- Kanun Hükmünü Yerine Getirme ( Tck M. 24/1 )
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 24. maddesinin 1. fıkrasında ” kanunun hükmünü yerine getiren kimseye ceza verilmez. ” şeklinde ifade edilmiştir. Kanunun hükmünü yerine getirmiş olan bir kişiye ceza verilmemesinin nedeni olarak, gerçekleştirdiği fiil bakımından kişinin kanun tarafından yetkilendirilmiş olmasından söz edilir. Söz konusu olan bu hukuka uygunluk nedeni ” görevin ifası ” şeklinde de adlandırılabilir. Burada önemli olan bir şey ise kişinin kanunun kendisine tanıdığı yetkiyi usulüne uygun olarak kullanıp kullanmadığının tespit edilmesidir. Kanun hükmünü yerine getiren kişiler genel olarak kamu görevlileri olsa da özel kişilerin de kanun gereği yetkilendirildiği durumlar karşımıza çıkabilmektedir. Buradaki “ kanun” teriminden anlamamız gereken sadece kanunda yazması gerektiği değil, pozitif hukuk metinleri yani yazılı olan tüm hukuk metinleridir.
Güveni kötüye kullanma suçu bakımından, bir malın zilyetliği kendisine devredilen kimsenin mal üzerinde görevi gereğince gerçekleştirmiş olduğu eylemler tipe uygun olsa da hukuka aykırılık meydana getirmez. Misal verecek olursak araç kiralama firmasından 6 ay süre ile araç kiralayan biri olduğunu kabul edelim. Bu kişi, araç kiralama firmanın batması sebebiyle alacaklıların icra takibi yapması üzerine kendisine yapılan haciz ihbarnamesi neticesinde ( İcra ve İflas Kanunu m. 89 ) kiraladığı aracı firmaya değil de resmi kurumlara teslim etmek zorunda kaldığını varsayalım. Kişi bu fiilini kanun gereği meydana getirdiği için güveni kötüye kullanma suçundan dolayı kişiye ceza verilmez. Uygulamaya bakıldığında güveni kötüye kullanma suçu bakımından kanun hükmünü yerine getirme hukuka uygunluk nedeniyle nadir olarak karşılaşılmaktadır. Bunun nedeni olarak da kanun hükmünü yerine getiren kişilerin genel olarak kamu görevlisi olması gösterilmektedir. Güveni kötüye kullanma suçunu oluşturan eylemlerin failinin kamu görevlisi olması durumunda da başka suç tipleri de ortaya çıkmaktadır. Başka bir örnek de uyuşturucu kuryeliği yapan bir kişiyi ele alalım. Eğer bu kişi uyuşturucuyu taşırken vazgeçer ve uyuşturucuları polise teslim ederse kanun hükmümün icrası söz konusu olacağından dolayı güveni kötüye kullanma suçu meydana gelmeyeceğinden kişi bu suçtan dolayı cezalandırılmaz.
- Meşru Savunma ( Tck M. 25/1 )
Türk Ceza Kanununun 25. maddesinin 1. fıkrasında hukuka uygunluk nedeni olarak meşru müdafaa kurumu ” gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi ya da tekrarı muhakkak olan haksız olan bir saldırıyı o andaki hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez. ” olarak düzenlenmiştir. Meşru müdafaanın varlığından söz edebilmek için gerçekleşen, gerçekleşmesi ya da tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırının kişinin bir hakkına yönelmesi ve bunun karşısında da kişinin saldırıyı defetme konusunda bir zorunluluk durumunun bulunması gerekir. Zorunluluk kavramından anlaşılması gereken şey ise saldırıyı herhangi bir def etme imkânı olmadığı için savunma yapmanın tek çare olarak kalmasıdır. Fakat kuvvet kullanımında sınır aşılır ise fail hukuka uygunluk nedeni olarak meşru savunmadan faydalanamayıp ceza alması gerekecektir. Bunun ile ilgili bir örnek vermek gerekir ise, kiraladığı aracın kapısının hırsızlar tarafından zorlandığını gören bir kişi hırsızları korkutmak ve aracın çalınmasını engellemek amacıyla fırlattığı taş ile aracın camını kırar. Kişinin bu eylemi zilyetliğin devrine konu mala zarar vermiş olsa da meşru müdafaa nedeni ile kişiye ceza verilemez.
- Hakkın Kullanılması ( Tck M. 26/1 )
Türk Ceza Kanununun 26. maddesinin 1. fıkrasında hukuka uygunluk sebeplerinden biri olan hakkın kullanılması kurumu ” hakkını kullanan kimseye ceza verilmez. ” biçiminde ifade edilmiştir. Hukuk düzenince kişiye tanınan bu hakkın bu sınırlar dâhilinde kullanılmasının hukuka aykırılık teşkil etmeyeceği belirtilmiştir. Kişinin hakkını kullanması halinde bir başkasının haklarına ya da menfaatlerine zarar getirmiş olsa bile bu kişiye hukuk düzenince ceza verilmez. Hakkın kullanılmasının bir hukuka uygunluk nedeni olarak kabul edilebilmesi için bulunması gereken özellikler şunlardır: Kişi tarafından doğrudan kullanılabilen sübjektif bir hakkın bulunması, bu hakkın hukuk düzeni sınırları içinde kullanılması ve hakkın kullanılması ile tipe uygun eylem arasında nedensellik bağının bulunması gerekmektedir.
Güveni kötüye kullanma suçu bakımından hakkın kullanılması hukuka uygunluk nedeninin yaygın biçimi hapis hakkının kullanılmasında ortaya çıkar. Alacaklı hapis hakkına binaen borçlunun kendi özgür iradesi ile zilyetliğini kendisine devrettiği şeyler üzerinde bir takım tasarruflarda bulunma hakkına sahip olmaktadır. Fakat altını çizmek gerekir ki hapis hakkı alacaklıya mal üzerinde istediği şekilde serbest olarak tasarrufta bulunma imkânı vermemektedir. Bir malı hapis hakkına istinaden elinde bulunduran alacaklı, eğer borç yerine getirilmez ve yeterli olarak güvence de gösterilmezse borçluya bildirimde bulunduktan sonra hapsettiği şeylerin teslime bağlı rehin hükümleri uyarınca paraya çevrilmesini isteme hakkına sahiptir. ( Türk Medeni Kanunu m. 953 ). Alacaklının, hapis hakkıyla ilgili olarak kanunda belirtilen bu sınırlar dâhilinde gerçekleştirdiği eylemler hukuka uygun olmuş olacağından suç oluşmaz. Fakat kanundaki bu sınırlar aşılıp zilyetliğin kendisine devir amacına aykırı bir tasarruf gerçekleştirildiğinde güveni kötüye kullanma suçu oluşmuş olur.
- İlgilinin Rızası ( Tck M. 26/2 )
Türk Ceza Kanununun 26. maddesinin 2. fıkrasında ” kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde işlenmiş olan fiilden dolayı kimseye ceza verilmez. ” olarak düzenlenmiştir. Bunun için belirli koşulların sağlanması gerekir. İlk olarak kişinin üzerinde tasarruf edebileceği bir hakkının bulunması gerekir. Diğer bir şarttan bahsedecek olur isek, rızayı açıklayan kimsenin rıza açıklama konusunda ehliyet sahibi olmasını ararız. Rıza açıklaması da fiilin gerçekleştirilmesinden önce ya da en geç fiilin devam ettiği süre içerisinde yapılış olması gerekmektedir. Eğer rıza açıklaması suç tamamlanmadan önce geri alınmış ise geri alma anından itibaren fail hukuka uygunluk nedeninden faydalanamaz.
Misal vermek gerekir ise güncel bir Yargıtay kararında bahsedilmiş olduğu üzere, ” Sanığın, katılanın rızası ile ona ait arabayı bir süre kullanmış olduğu, sonrasında da katılanın aracını istemesine karşın kendisine ait olduğundan bahisle mal edinip iadesini gerçekleştirmeyerek söz konusu güveni kötüye kullanma suçunu işlediği iddia ve kabul edilen olayda… ” failin rızaya aykırı olarak gerçekleştirdiği fiiller güveni kötüye kullanma suçunu meydana getirir.
Güveni kötüye kullanma suçu seçimlik hareketli olarak düzenlendiğinden dolayı zilyetliği devreden kişinin rızasının olmadığı fiiller kanunda düzenlenmiştir. Bir şeyin zilyetliğini devralan kişi seçimlik hareketlerden birini gerçekleştirmediği sürece güveni kötüye kullanma suçu oluşmaz. Fail, seçimlik hareketlerden birini yapmaya başladığı andan itibaren güveni kötüye kullanma suçu gerçekleşmiş olmaktadır. Failin bu hareketin yapılmasından sonra malikin göstermiş olduğu rıza hukuka uygunluk nedeni oluşturmaz.
Somut olayı ele aldığımızda birden fazla ilgilinin olması durumunda bütün ilgililerin rızası olmadığı sürede ilgilinin rızası hukuka uygunluk nedeninden faydalanılması mümkün olamaz. Bununla ilgili olarak da rızaya ehil olan kişi suç tipi ile korunan hukuksal değerin sahibi olduğu için zilyetliği devreden kişinin birden fazla kişi olması halinde ya da çok hukuki konulu suçlarda birden fazla ilgili söz konusu olabilecektir. Birçok hukuki konuyu içinde barındıran bir suç tipi olan güveni kötüye kullanma suçunda korunan hukuki değer hem mülkiyet hakkı hem güven ilişkisi hem de zilyetlik olduğundan ilgilinin rızasının olup olmadığını oturturken ilgilinin kim ya da kimler olabileceğini doğru bir şekilde belirlemek icap etmektedir. Başka bir şekilde ifade etmek istersek, malikin malın zilyetliğini devrettiği kişinin, zilyetliği 3. bir kişiye devretmesi durumunda 3. kişinin gerçekleştireceği tipik eylemler açısından hem malikin hem de önceki meşru zilyedin rızasının olup olmadığına bakmak gerekecektir. Velev ki failin zilyetliği kendisine devredilmiş mal üzerinde gerçekleştirdiği fiiller, malın malikinin mülkiyet hakkını ve önceki meşru zilyedin zilyetlikten doğan haklarına tecavüz ediyor ise suç meydana gelmiş olur. Misal vermek gerekirse, alt kira sözleşmesine binaen kullanmak üzere kiraladığı aracı bir başka kişiye satmış olan kişinin eylemi hakkında malikin ve önceki meşru zilyedin rızası yok ise güveni kötüye kullanma suçu ortaya çıkar. Şu var ki failin gerçekleştireceği eylemler konusunda malikin rızası olmasına karşın önceki meşru zilyedin rızası yok ise suç meydana gelmez. Çünkü malikin mülkiyet hakkı meşru zilyedin zilyetlikten doğmuş olan haklarından daha üstün nitelik taşımakta olup ve bu hakkın öncelikle korunması lazımdır. Bu halde ise meşru zilyedin rızasına aykırı olarak gerçekleştirilecek her bir eylem hukuki ihtilaf niteliğinde bir uyuşmazlık çıkartarak gündeme gelecektir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunun Nitelikli Halleri Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanunun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçunu nitelikli halleri yine 5237 sayılı Türk ceza kanunun 155. maddesinin ikinci fıkrası içerisinde düzenleme bulmuştur. Bu düzenlemeye göre suçun meslek ve sanat, ticaret ya da hizmet ilişkisini veya hangi sebepten meydana gelmiş olursa olsun bir başka kişinin mallarını idare etmek yetkisinin gereği şeklinde tevdi ve teslim edilmiş eşya ile ilgili olarak işlenmiş olması durumunda bir yıldan yedi yıla kadar hapis ve 3000 güne kadar adli para cezasına hükme alınacağına yer verilmiştir. Suçun nitelikli hali temel halinden farklı bir şekilde soruşturması ve kovuşturması şikâyete tabi nitelik taşımaktadır. Burada verilecek olan ceza miktarı daha fazla olarak karşımıza çıkmaktadır. Suçun faili konumunda yer alan kişi ile mağdur arasındaki hukuki ilişkinin özelliğine ve aradaki güven ilişkisinin daha yoğun olmasından kaynaklı olarak nitelikli hal düzenleme bulmamıştır. Nitelikli hal olan durumlarda suçun temel durumundan farklı bir şekilde suçun faili konumunda yer alan kişiyle mağdurun arasında bazen süreklilik arz eden bazı durumlarda ise daha fazla güven ilişkisi meydana getiren bir durumun mevcudiyeti söz konusudur. Bundan kaynaklı olarak kanun koyucu da bu duruma aykırılık teşkil eden davranışı özel ve daha ağır cezayı gerektiren bir hal olarak düzenlenmiş olmaktadır. Böyle bir durum suç ile yalnızca mülkiyet ya da zilyetliğinin değil aynı esnada kişiler arasındaki güven ilişkisinin de korunmasına bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha yoğun güven ilişkisi olan durumlardaki eylemler daha ağır şekilde cezalandırılmıştır. Nitelikli durumlara bakıldığında suçun faili konumunda yer alan kişi ile mağdur arasında söz konusu olan ilişkinin türüne ve malın hangi niyetle teslim edildiğine göre düzenlenmiş olduğu gözükmektedir. Nitelikli halin meydana gelmesine mümkün olabilmesi bakımından malın meslek ve sanat ve ticaret ya da hizmet ilişkisinin ya da başkasının mallarını idare etme yetkisinin gereği olarak teslim edilmesi gerekli olmaktadır. Bahsetmiş olduğumuz bu hizmet ilişkisi mevcut olmasına rağmen mal hizmet ilişkisi değil de farklı bir amaç için teslim edilmiş ise nitelikli hal meydana gelmeyecektir. Öyle ki muhasebecisine teslim etmiş olduğu evraklar veya para ile ilgili olarak suç işlenmiş olursa nitelikli halin uygulama bulması söz konusu olacaktır. Ancak aynı kişi arkadaşı olan muhasebeciye arabasını kullanması amacıyla vermiş olması durumunda bu suçun işlenmesi durumunda nitelikli halin söz konusu olacağından bahsetmemiz mümkün değildir. Çünkü burada mevcut olan ilişki meslek ve sanat, ticaret ya da hizmet ilişkisinin ya da başkasının mallarını idare etmek yetkisinin gereği olarak teslim edilmiş olmamaktadır. İlk nitelikli hal suçun meslek ve sanat ilişkisi sebebiyle teslim edilmiş olan mal ile ilgili olarak işlenmesidir. Meslek ve sanat kişilerin geçimini sağlamak amacı ile uğraşmış olduğu ve devamlılık gösteren eylemler olarak karşımıza çıkmaktadır. Muhasebeciler, Terzi gibi meslek grupları bu kapsam içerisinde yer almaktadır. Burada meslek ve sanat faaliyeti sayılması mümkün olabilmesi bakımından bu kişilerin mesleklerine belli bir süre devam ettirmesi gereklilik taşısa da mağdur konumunda yer alan kişi ile aralarında devamlılık arz eden bir ilişkinin mevcut olması bir koşul olarak karşımıza çıkmaktadır. Terziye tamir edilmek şartıyla bırakılmış olan pantolonun satılması halinde bu nitelikli halin uygulama bulacağından bahsettiğimiz mümkündür. Ticaret yaşamanın devam etmesi ve ticari hayatın içerisindeki ilişkilerde mevcut olması gereklilik arz eden güven ilişkisinin korunması bakımı ile kanun koyucu suçun faili konumunda yer alan kişiyle mağdur arasında ticaret ilişkisi mevcut olması halini de nitelikli hal olarak düzenlenmiştir. Burada önem teşkil eden durum suçun faili konumunda yer alan kişiyle mağdur arasında bir ticari ilişki mevcut olmasıdır. Bunun dışında faili veya mağdurun tarzı olması bir kuşun olarak karşımıza çıkmaktadır. Araç kiralama ofisine kiraya verilmiş olması ile aylık bir kazancın getirilmesi niyetiyle aracın teslim etmiş olan mağdur konumunda yer alan kişinin aracı parçaları ayrılmak suretiyle satılmış olur ise ya da mülkiyeti geçirme amacıyla sahiplenmek suretiyle devir olgusu yadsınır ise nitelikli güveni kötüye kullanma suçu meydana gelecektir. Öyle ki suçun faili konumunda yer alan kişinin ya da mağdur konumunda yer alan kişinin ticaret siciline kayıtlı olması bir koşul olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada bir ticari ilişkinin mevcut olması koşul olarak karşımıza çıktığından ve ticari ilişkide her iki tarafta da ticari amaç söz konusu olacağından suçun faili konumunda yer alan kişi ve mağdur konumunda yer alan kişinin ticari amaçla hareket etmesi gereklilik arz etmektedir. Burada bir diğer nitelikli hal hizmet sözleşmesi gereği olarak teslim mi tevdi edilmiş olan eşya ile ilgili olarak güveni kötüye kullanma suçu işleniyor olmasıdır. Hizmet sözleşmesi 6098 sayılı Türk Borçlar kanununun 393. maddesi içerisinde düzenlenmiştir. Bu hükme göre hizmet sözleşmesi işçinin işverene bağımlı bir şekilde belirli ya da belirli olmayan süre ile iş görmeyi ve işverenin de ona zamana ya da yapılan işe göre ücret ödeme üstlenmiş olduğu sözleşme olarak tanımlama bulmuştur. Eşyanın faili konumunda yer alan kişi ile aradaki hizmet sözleşmesi ne istinaden teslim edilmiş olması gerekli teşkil etmektedir. Kişisel olarak teslim edilen eşyalar bu kapsam içerisinde değerlendirilemeyecek ve nitelikli halin uygulama bulması durumu söz konusu olmayacaktır. Mevcut olan hizmet sözleşmesinin sürekli olmasının gerekliliği teşkil Edip etmeyeceği ise doktrin içerisinde tartışmalı bir konudur. Bazı yazarlar hizmet ilişkisinin sürekli olması gerektiğini sunmaktadırlar. Bazı yazarlar ise geçici de olsa bir hizmet ilişkisinin mevcudiyetini yeterli olarak görmektedir. Öyle ki suçun faili konumunda yer alan kişi ile suçun mağduru konumunda yer alan kişi arasında bir hizmet ilişkisinin mevcudiyetinin var olması yeterli teşkil Edip bu ilişkinin devamlılık arz etmesi zorunlu bir durum değildir. Kanun koyucu farklı bir nitelikli hal olarak hangi sebepten meydana geldiğini bakılmaksızın bir başka kişinin mallarını idare etme yetkisine haiz olan kişiler tarafından suçun işlenmesini göstermiştir. Böyle bir durumda bir başka kişinin malından idare etme yetkisi kanundan meydana gelebileceği gibi mahkeme kararı ile ya da sözleşmeden ortaya çıkabilmektedir. Kısıtlanmış olan kişiye vasi tayini söz konusu olması durumunda velayet ilişkin karar üzerine velayet hükümlerinden kaynaklı olarak şirket müdürü atanmış olması durumunun mevcut olması halinde şirket tarafından verilmiş olan yetki sayesinde malları idare etme yetkisi veriliyor olmaktadır. Malları idare etme yetkisine sahip olan kimse idare etmekle sorumlu olduğum ve onlardan kaynaklı olarak suç işlemiş olması durumunda bu nitelikli hal uygulama bulacaktır. Eğer idare etme ile sorumlu olduğu mal haricinde mağdur konumunda yer alan kişi ile kurulmuş olan özel ilişkiden kaynaklı olarak teslim edilen mal üzerinde suç işlenmiş olması durumu söz konusu olursa basit güveni kötüye kullanma suçu ortaya çıkacaktır. Güveni kötüye kullanma suçu içerisinde bahsedilmiş olan nitelikli halin uygulanması için malın meslek ve sanat, ticaret veya hizmet ilişkisinin veya bir başkasının mallarını idare etme yetkisinin sonucu olarak teslim edilmiş olması gerekli teşkil etmektedir. Suçun faili konumunda yer alan kişi ile mağdur konumunda yer alan kişi arasında bu ilişki mevcut olmasına rağmen mal farklı bir sebepten dolayı teslim edilmiş ise nitelikli hal meydana gelmeyecektir. Böyle bir durumda 5237 sayılı Türk ceza kanunun 155. maddesinin birinci fıkrasında mevcut olan suç ortaya çıkacaktır.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda Etkin Pişmanlık İle İlgili Olan Hususlar Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında 155. maddede düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçunu da etkin pişmanlık ile ilgili olarak düzenlemenin mevcudiyeti söz konusudur. Bu suç ile ilgili olarak söz konusu olan etkin pişmanlık 5237 sayılı Türk ceza kanunun 168. maddesi içerisinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre hırsızlık mala zarar verme güveni kötüye kullanma dolandırıcılık hileli iflas taksirli iflas suçları tamamlanmasından sonra ve ancak bundan kaynaklı olarak haklarında kovuşturma başlamadan önce suçun faili konumunda yer alan kişinin az metrenin ya da yardım eden kişinin bizzat pişmanlık göstermek suretiyle mağdurun uğramış olduğu zararın aynen geri vermedi tazmin suretiyle tamam ben gidermiş olması durumunda verecek olan cezanın üçte ikisine kadarının indirilmesi gerekli olmaktadır.
Etkin pişmanlıktan kovuşturma başlamasından sonra ancak hüküm verilmeden önce gösterilmiş olması durumunda söz konusu olması halinde verilecek olan cezanın yarısına kadar indirilmesi durumu söz konusu olabilecektir. Kısmen geri verme ya da tazmin durumunun söz konusu olması halinde etkin pişmanlık hükümlerinin uygulama bulmasına mümkün olabilmesi için ayriyeten mağdur konumunda yer alan kişinin rızası gerekli olmaktadır. Şahsi cezasızlık ve ceza da indirim durumun düzenlenmiş olduğu 5237 sayılı Türk ceza kanununun 167. maddesi içerisinde yağma hariç bu bölüm içerisindeki suçlar demek suretiyle genel bir düzenleme yapılmış olması söz konusu olmuşken burada suçları tek tek belirterek etkin pişman uygulanacak suçlar belirleme bulmuştur. Güveni kötüye kullanma suçu da sayılmış olan suçlar içerisinde mevcut olduğundan koşulların meydana gelmesi halinde suçun faili konumunda yer alan kişi ile ilgili olarak etkin pişmanlık hükümleri uygula bulacaktır. Etkin pişmanlık ile ilgili olan hususların uygulanmasını mümkün olabilmesi bakımından ortada işlenmiş bir güveni kötüye kullanma suçu mevcut olmalıdır. Eğer suç tamamlanmadan suçun faili konumunda yer alan kişi pişmanlık göstermek suretiyle vazgeçer ise burada 5237 sayılı Türk ceza kanununun 36. maddesi içerisinde düzenlenmiş olan gönüllü vazgeçme hükümleri uygulama bulacaktır. Teşebbüs aşamasında kalmış suçlar ile ilgili olarak etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması mümkün olmayacağı belirtilmiştir. Suçun tamamlanmasından sonra faili konumunda yer alan kişi azmettiren ya da yardım eden bir zat pişmanlık göstererek mağdur konumunda yer alan kişinin uğramış olduğu zarar giderir ise bu kişi ile ilgili olarak etkin pişmanlık hükümleri uygulanabilecektir. Zararın giderilmesi aynen geri verme şeklinde karşımıza çıkabilecek gibi tazmin şeklinde de olabilir. Böyle bir durumda önem teşkil eden durum suçun faili konumunda yer alan kişinin işlemiş olduğu suçtan kaynaklı olarak bizzat pişmanlık göstermesidir. Burada zarar faili konumunda yer alan kişi ile ilgili olarak başkası tarafından da giderilirse etkin pişmanlık hükümleri uygulanması gerekli olmaktadır. İştirak durumunun söz konusu olması halinde işlenmiş olan suçlar da faili konumunda yer alan kişilerden birisinin mağdur konumunda yer alan kişinin zararını tamamen gidermiş olması durumunda diğer faili konumunda yer alan kişilerin bundan yararlanmasına mümkün olmayacağı fakat payları oranında zararı gideren faili konumunda yer alan kişiye ödeme yapmaları durumunda etkin pişmanlıktan yararlanabilecekleri ileri sürülmüş olmaktadır. Bununla birlikte buna katılmayan kişilerin mevcudiyeti de söz konusudur. Öyle ki iştirak durumunda işlenmiş olan suçlar da bir faili konumunda yer alan kişinin mağdur konumunda yer alan kişinin tüm zararını gidermiş olmuş durumu söz konusu olmuş ise diğer sanık konumunda yer alan kişiler de pişman oldukları ve zarar gidermek istediklerini ileri sürerlerse etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanmaları gerekli olmaktadır. Zarar iki-faili konumunda yer alan kişinin tazminat hükümlerine göre diğer faili konumunda yer alan kişilere başvuru hakkının saklı olduğunu söylememiz gerekli olmaktadır. Suçun faili konumunda yer alan kişiye zararı kendisi gidermesi gerekli olduğundan suça konu teşkil eden mal arama sonucu ele geçirilmiş ise veya faili konumunda yer alan kişi atıp kaçtıktan sonra bulunmuş olması durumu söz konusu olmuş ise etkin pişmanlık hükümlerine uygulama bulmasından bahsetmek mümkün olmayacaktır. Etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanmanın sağlanabilmesi için zararın tamamen giderilmesi gerekli olmaktadır. Zararın kısmi bir şekilde giderilmiş olması durumunun mevcut olması halinde etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması mağdur konumunda yer alan kişinin rızasına bağlı olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada güveni kötüye kullanma suçunun mağduru konumunda yer alan kişi rıza göstermez ise etkin pişmanlık nedeniyle cezada indirim söz konusu olmayacaktır. Etkin pişmanlıktan indirim miktarı pişmanlık gösterilmek suretiyle zararın giderildiği aşamaya göre değişiyor olmaktadır. Öyle ki suçun faili konumunda yer alan kişi mağdurun zararını kovuşturma başlamadan önce gelirse verecek olan ceza da üçte iki oranında kadar indirim yapılması durumu ondan bahsetmek mümkün olabilecektir. Bununla birlikte üçte iki oran üst sınırıdır. Öyle ki en fazla bu oranda bir indirim yapılması mümkün olabilecektir. Burada şöyle söyleyebiliriz ki güveni kötüye kullanma suçunu işlemiş olan bir failin üç yıl ceza alması durumu söz konusu olmuş ise eğer kovuşturma başlamadan önce suçun faili konumunda yer alan kişi zarar giderirmiş ise en fazla iki yıl indirin alabilecektir. Böyle bir durumda indirimin alt sınırı olmamakla birlikte kovuşturmanın başlamasından daha sonra ve ancak hüküm verilmeden önce yarı oranında kadar indirim yapılmasına mümkün olmasından kaynaklı olarak ceza adaleti sebebiyle indirim oranının yarıdan fazla ve en çok üçte iki olması gereklilik teşkil etmektedir. Kovuşturma aşamasından iddianamenin kabulü ile başladı düşünüldüğünde boşanmaya kadar pişmanlığın sergilenmesiyle zararın giderilmesi durumunda üçte iki oranına kadar indirim söz konusu olabilecektir. Pişmanlık göstermek suretiyle zarar gider mi kovuşturma başlamasından sonra ve ancak yükü verilmeden önce meydana gelmiş ise verecek olan cezanın yarısına kadar indirilmesi durumu söz konusu olabilecektir. Kovuşturma iddianamenin kabulü ile başlayıp hüküm verilmek ile son bulmaktadır. Burada ilk hüküm verilmesinden sonra Yargıtay kararı bozar ise etkin pişmanlığı uygulanıp uygulanmayacağı ile ilgili olarak farklı görüşler ileri sürülmüş olmanın yanı sıra ilk derece mahkemesinde ilk yargılama ya da istinaf temyiz sonrası yargılama fark olarak karşımıza çıkmaktadır hüküm verilinceye kadar etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanılması durumu söz konusu olabilecektir.
Öyle ki 5237 sayılı Türk ceza kanununun mal varlığına karşı suçlar başlığı altında yaralan onuncu bölümünde düzenlenmiş olan 155. maddedeki güveni kötüye kullanma suçunun işlenmesi ile birlikte bu suça uygulanması mümkün olarak etkin pişmanlık düzenlemesi mevcuttur. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz hususların meydana gelmesi halinde suçun faili konumunda yer alan kişiye 5237 sayılı Türk ceza kanunun 168. maddesi gereği etkin pişmanlık hükümleri uygulanabilecektir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunun Özel Görünüş Biçimleri Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçunun ceza hukuku bakımından bir kişi isnat edilebilmesi için suçun özel görünüş biçimlerinin de incelenmesi gerekli olmaktadır. Burada güveni kötüye kullanma suçunda özel görünüş biçimleri ile ilgili olarak teşebbüs, iştirak ve içtima ile ilgili olan hususlardan bahsetmek mümkündür.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda Teşebbüs İle İlgili Olan Hükümler Nelerdir?
Güveni kötüye kullanma suçunda teşebbüs ile ilgili olarak 5237 sayılı Türk ceza kanununun 35. maddesine bakmak gerekli olmaktadır. Teşebbüs ile ilgili olan hükümler 5237 sayılı Türk ceza kanunun 35. maddesinde düzenlenmiştir. Öyle ki kişi işlemi kast etmiş olduğu bir suçu elverişli hareketler ile doğrudan doğruya icraya başlayıp da elinde olmayan sebeplerle tamamlayamaz ise teşebbüsten kaynaklı olarak sorumlu olacaktır. Teşebbüsün meydana gelmesinde mümkün olabilmesi için icra hareketlerine başlanmış olması gerekli olmaktadır. Henüz icra hareketi olmayan hazırlık hareketleri sebebiyle kişi cezalandırılmayacaktır. Güveni kötüye kullanma suçunun teşebbüse elverişli bir nitelik taşıyıp taşımadığı ile ilgili olarak doktorun içerisinde görüş Birliği’nin olduğundan bahsetmemiz mümkün değildir. Öyle ki suçun teşebbüse elverişli bir nitelik taşır taşımadığının saptanması bakımından tamamlanma anına bakmak gerekli olmaktadır. Eğer suçun hareketleri bölünebilir bir nitelik taşıyor ise suç neticeli bir suç ise teşebbüse elverişli bir nitelik taşıyacaktır. Ancak ani hareketli suçlar teşebbüse elverişli bir nitelik taşımaktadır. Güveni kötüye kullanma suçu zilyetliğinin devri amacına aykırı bir şekilde tasarruf da bulunma ya da devir olgusunu inkâr etme ile birlikte tam anlamı bulunmaktadır. Doktorun içerisinde bir görüşe göre suç ayni hareketli suç olarak karşımıza çıktığından teşebbüse elverişli nitelikte değildir. Bir başka görüş hükümlerine göre ise zilyetliğinin devri bir olgusunu inkâr etme durumunda suç teşebbüse elverişli nitelik taşımaktadır. Fakat zilyetliğinin devri amacına ihlal getirecek şekilde tasarruf da bulunma eylemi bakımından hareketin bölünebildiği durumlarda suça teşebbüs mümkün nitelik taşımaktadır. Bir diğer görüş ise suçun her iki seçimlik hareketine de teşebbüs mümkün nitelik taşımak olduğudur. Güveni kötüye kullanma suçunun seçimlik hareketleri zilyetliğinin devri amacına işler getirecek şekilde tasarruf da bulunma ya da bu devir olgusuna inkâr etme olarak karşımıza çıkmaktadır. Zilyetliğinin devri amacı haricinde tasarruf da bulunma durumunda eğer hareketler bürünebilir nitelik taşıyor ise teşebbüs hükümleri gündeme gelebilecektir. Fakat devir olgusuna inkâr etme durumunda suç ayni hareketli ve hareketlerin bölünme ihtimali söz konusu olmadığından teşebbüse elverişli olmadığını düşünebiliriz. Öyle ki faili tam bir amacıyla bırakmış olduğu telefonu almaya gelen mağdur konumunda yer alan kişiye telefonu kendisine vermediğini söyle değil de suç tamamlama bulmuş olacaktır. Suçun mağduru konumunda yer alan kişinin ya da arkadaşlarının telefonu görmesi ve alması sonucu değiştirmeyecektir. Çünkü inkâr olgusu ile suç tamamlama bulacaktır.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda İştirak İle İlgili Olan Hükümler Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında düzenlenmiş olan 155. maddedeki güveni kötüye kullanma suçu iştirak bakımından bir özellik göstermemektedir. Öyle ki burada iştirakin her türlüsü mümkün olarak karşımıza çıkmaktadır. Malın zilyetliğinin birden fazla kişiye değer edilmiş bir nitelikte ise bu kişiler birlikte faili niteliği taşıyabilecektir. Bunun haricinde mal bir kişiye devredilmiş ise suçun işlenmesine katkıda bulunan kişiler azmettiren ya da yardım eden niteliği taşıyacaktır. Bu kişiler bakımından zilyetliğinin devri ön koşulu meydana gelmediğinden suçun aslı faili konumunda yer alan kişi olamayacaklardır. Suçun faili konumunda yer alan kişiden mali devralan kişi ise 5237 sayılı Türk ceza kanununun 165. maddesi gereği ile suç eşyasının satın alınması ya da kabul edilmesi suçundan dolayı sorumluluk taşıyacaklardır.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda İçtima İle İlgili Olan Hükümler Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçu ile ilgili olarak suçun özel görünüş biçimlerinden teşebbüs ve iştirak ile ilgili olan hususlardan bahsettik. Burada bahsedilmesi gereken bir diğer suçun özel görünüş biçimi içtimadır.5 mi 237 sayılı Türk ceza kanunu kural olarak cezaların gerçek içtimaının benimsenmiş durumu söz konusu olmuştur. Ne kadar eylem varsa o kadar da ceza verilmelidir. Fakat kanunu kimlerin de buna ilişkin istisnalar da karşımıza çıkarılmıştır. Güveni kötüye kullanma suçu seçimlik hareketli bir suç niteliği taşırmasından kaynaklı olarak bu hareketlerin her ikisinin de meydana getirilmesi durumunda iki ayrı suç meydana gelmeyecektir. Arkadaşından ödünç vermiş olduğu saatin zilyetliğinin devir olgusuna inkâr teşkil eden kişi sonradan bu saati satmak ister ise tek bir güveni kötüye kullanma suçundan kaynaklı olarak sorumlu olacaktır. Seçimlik hareketler hukuken tek fiil kabul edilmesi gerekli nitelik taşımaktadır. Bununla birlikte güveni kötüye kullanma suçu işlendikten sonra eşyaya zarar verilmesi durumu söz konusu olursa faile ayriyeten mala zarar verme suçundan kaynaklı olarak sorumluluk altında olmayacaktır. Suçun işlenmesinden sonra yapılan hareketler cezalandırılmayacaktır. Güveni kötüye kullanma suçu zincirleme şekilde işlenmesi mümkün olabilen bir suç niteliği taşımaktadır. Öyle ki suçun faili konumunda yer alan kişi aynı suç işleme kararının icrası bakımından aynı mağdur konumunda yer alan kişiye karşı farklı tarihlerde bu suçu işler ise 5237 sayılı Türk ceza kanununun 43. maddesinin ilk fıkrası karşımıza çıkacak tek bir ceza verilecek fakat verilen ceza artırılacaktır. Burada suçun faili konumunda yer alan kişi tek bir fiil ile birden fazla mağdura karşı suç işler ise 5237 sayılı Türk ceza kanununun 43. maddesinin ikinci fıkrasından kaynaklı olarak tek ceza verilecek ancak verilen ceza artırma gidilecektir. Güveni kötüye kullanma suçunu işlemek amacıyla araç suçların işlenmesi durumunun söz konusu olması halinde ayriyeten bu suçtan da ceza verilmesi durumu söz konusu olacak ve gerçek içtima kurallarına göre hareket edilmesinden bahsetmemiş meydana gelecektir. Güveni kötüye kullanma suçunu işlemek amacıyla sahte belge düzenlenmesi ve bu belgenin kullanılması suretiyle güveni kötüye kullanma suçunun işlenmesi durumunda hem sahtecilik hem de güveni kötüye kullanma suçundan kaynaklı olarak ceza verilmesi durumu söz konusu olacaktır. Böyle bir durumda zilyetliği teslim edilen mala zarar verilerek tasarrufta bulunması durumunda hangi suçun meydana geleceği tartışmalı nitelik taşımaktadır. Zilyetliğinin teslim edilen malın yıkılması, tahrip edilmesi gibi durumları söz konusu olması halinde bir görüş içerisinde 5237 sayılı Türk ceza kanununun 44. maddesi içerisinde söz konusu fikri içtima kuralı ile hangi suç daha fazla cezayı gerektirir ise ondan dolayı ceza verilmesi gerektiğine dair Düzenleme yer aldığı ileri sürülmektedir. Farklı bir görüş içerisinde burada genel norm ve özel norm söz konusu olduğundan ve güveni kötüye kullanma suçu, mala zarar verme eylemine göre özel norm özelliğinde olduğundan güveni kötüye kullanma suçundan kaynaklı olarak suçun faili konumunda yer alan kişi cezalandırılmalıdır. Bununla birlikte aynı görüşü savunan kişilere göre burada tüketen ve tüketilen norm ilişkisinin mevcudiyeti söz konusu olmaktadır. Mala zarar verme suçunun göstermiş olduğu haksızlık güveni kötüye kullanma suçu içerisinde eriyor olmaktadır. Bundan kaynaklı olarak güveni kötüye kullanma suçundan cezalandırma haksızlık ögesini karşılar özelliktedir. Burada Zilyetlik devri edilmiş bir mal üzerinde suçun faili konumunda yer alan kişi mala zarar verme suçunun unsurları olan yıkma tahrip etme yok etme gibi eylemler zilyetliğinin devri niyetin dışında tasarruf da bulunma kapsamı içerisinde değerlendirilmesi gerekli olmaktadır. Öyle ki bahsettiğimiz üzere 5237 sayılı yeni Türk ceza kanunun kabul edilmesinden önce yürürlükte olan 765 sayılı eski Türk ceza kanunundan farklı olarak yeni Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde tasarrufta bulunma eylemlerini sınırlı bir şekilde saymamıştır. Zilyetliğinin devri amacı haricinde tasarruf da bulunma borçlar hukuku içerisinde ifade edilen bir sözleşme şeklinde olabilecektir. Bunun yanı sıra atipik bir sözleşme veya eylem niteliği de taşıyabilir nitelikte olabilir. Öyle ki bahsetmiş olduğumuz görüşün paralelinde gerek genel normal özel norm ilişkisi gerek ise tükenen ve tüketilen norm ilişkisinden kaynaklı olarak güveni kötüye kullanma suçunun meydana geleceğini söylemek mümkün olabilmektedir. Genel norm ve özel norm ilişkisi güveni kötüye kullanma suçu ile zimmet suçu arasında da ortaya çıkabilecektir. Zimmet suçu güveni kötüye kullanma suçuna göre daha özel bir nitelik taşıdığından kamu görevlisi konumunda yer alan kişi görevinden kaynaklı olarak teslim edilen eşya üzerinde devir amacına aykırı nitelikte eylemlerde bulunması durumunda suçun faili konumunda yer alan kişi zimmet suçundan cezalandırılacaktır. Ancak kamu görevlisine görevinden kaynaklı olarak değil de aradaki kişisel güven ilişkisine istinaden eşya teslim edilmiş ise güveni kötüye kullanma suçu uygulama bulacaktır.
Güveni Kötüye Kullanma Suçundan Soruşturma Ve Kovuşturma Usulü Nasıl Olur?
5237 sayılı Türk ceza kanununun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında 155. maddede düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçunu ilk fıkrasında suçun takibi mağdurun şikâyetine bağlıdır şeklinde bir düzenlemenin mevcudiyeti söz konusudur. Öyle ki burada kendiliğinden soruşturma ve kovuşturma yapılması durumunda bahsetmemiz mümkün olmayacaktır. Söz konusu şikâyet süresi 5237 sayılı Türk ceza kanununun 73. maddesinin birinci fıkrası gereğince suçun faili konumunda yer alan kişi ve fiilin öğrenilmesinden itibaren altı ay olarak karşımıza çıkmaktadır. Suçunun nitelikli halini düzenlenmiş oldu 5237 sayılı Türk ceza kanununun 155. maddesinin ikinci fıkrasındaki suç ise şikâyete tabi nitelik taşımayıp kendiliğinden soruşturma yapılır. Ancak nitelikli hal olsa dahi şayet suçun faili konumunda yer alan kişi ile mağdur arasında 5237 sayılı Türk ceza kanununun 167. maddesinin ikinci fıkrasında yazılı şekilde akrabalık ilişkisi mevcut ise suçun soruşturma ve kovuşturması yine mağdur konumunda yer alan kişinin şikâyetine bağlı nitelik taşıyacaktır. Güveni kötüye kullanma suçu önceden uzlaşma kapsamı içerisinde yer almamaktadır. Öyle ki uzlaşma kurumunu düzenlenmiş olur ceza muhakemesi kanununun 253. maddesinden dolayı etkin pişmanlık hükümlerine yer verilen suçlar da uzlaşma yoluna gidilmesi mümkün olmuyordu. Ancak 2006 yılında yapılmış olan ve 6763 sayılı kanunun 34. maddesi ile etkin pişmanlık hükümleri içerisinde mevcut olan suçlar ile ibaresi madde metnin içerisinden çıkarıldığından dolayı 2016 yılından itibaren 5237 sayılı Türk ceza kanunun 155. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenmiş olan basit güveni kötüye kullanma suçu soruşturma ve kovuşturması şikâyete tabi olduğundan uzlaşma kapsam içerisine girmiştir. Ceza muhakemesi kanununun 253. maddesinin 2019 tarihli mi 7188 sayılı kanunun hükmünün 26. Maddesi ile değiştirilmiş ve 5237 sayılı Türk ceza kanununun 155. maddesinin tamamı uzlaşma kapsamına alınmıştır. Böylelikle basit güveni kötüye kullanma suçu gerekse nitelikli hali uzlaşma kapsamına girmiştir. Suçun temel hali ve nitelikli halin yargılanmasını yapma görevi asliye ceza Mahkemesi‘ne düşmektedir. Öyle ki burada yetkili mahkeme suçun işlenmiş olduğu yer mahkemesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Basit güveni kötüye kullanma suçu nedeniyle zamanaşımı süresi sekiz yıl olarak düzenlenmiştir. Zamanaşımı kesilmesi yerde durması durumunda bu süre en fazla 12 yıla kadar uzayacaktır. Nitelikli güveni kötüye kullanma suçunu işlemiş olması durumunun söz konusu olması halinde zamanaşımı 15 yıl olarak karşımıza çıkıp en fazla yirmili buçuk yıla kadar bu zamanaşımı uzayabilecektir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunda Yaptırım İle İlgili Hususlar Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanunun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında 155. maddede düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçunun basit halini düzenleyen 155. maddenin birinci fıkrasına göre bu suçu işleyen suçun faili konumunda yer alan kişi altı aydan iki yıla kadar hapis ve adli para cezası ile cezalandırılacaktır. Öyle ki Güveni kötüye kullanma suçunun nitelikli halini düzenlenmiş oldu 155. maddenin ikinci fıkrasına göre suçu işlediği sabit olan suçun faili konumunda yer alan kişi bir yıldan yedi yıla kadar hapis ve 3000 güne kadar adli para cezası ile cezalandırıla bilir nitelik taşıyacaktır. Kanun koyucu bu suçun işlenmesi suretiyle bir fayda elde edebileceğini düşünerek yaptırım olarak hapis cezası ile birlikte adli para cezası da düzenlenmiştir. Öyle ki kötüye kullanma suçunun işlenmesi ile birlikte suçun faili konumunda yer alan kişiye hapis cezasının verilmesi ile birlikte adli para cezası da verilebilmektedir. Adli para cezasından altı sınırı 5237 sayılı Türk ceza kanunun 52. maddesi içerisinde göre beş gün olarak karşımıza çıkmaktadır. Üst sınırı ise beş mi 237 sayılı Türk ceza kanunun 155. maddesinde yazılı olan üstü haller olarak karşımıza çıkar. Mahkemenin öncelikli bir şekilde suçun işlendiğinin sabit olup olmadığının Saptanması gerekli olmaktadır. Yargılama devamında suçun işlenmesinin mümkün olduğu sabit ise 5237 sayılı Türk ceza kanunun 61. maddesi gereğince temel ceza belirlenmesi gerekli olmaktadır. Dikkat edilmesi gerekli olan nokta temel ceza olarak hem hapis cezasına hem de adli para cezasına hükmedilmesini gerekli olduğudur. Öyle ki hapis cezası var bir para cezası seçimlik bir şekilde düzenlenen bir nitelik taşımadığından hem ofisin dalga biraz cezası verilmektedir. Burada suçun faili konumunda yer alan kişi verilmiş olan hapis cezası kısa süreli ise yani bir yıl ya da daha az ise 5237 sayılı Türk ceza kanunun 50. maddesi içerisinde düzenli olan yazılı seçenek tedbirlerinden birine çevrilmesi durumunda bahsetmemiz mümkün olabilecektir. Kanun koyucu böyle bir durumda suçun faili konumunda yer alan kişinin kişiliğine, sosyal ve ekonomik durumuna yargılama sürecinde duymuş olduğu Pişmanlar ve suçun işlenmesindeki niteliklerine göre hâkimin takdir yetkisi tanımakla birlikte hâkim bu değerlendirme yaptıktan sonra seçenek yaptırımlara Çevirme veya Çevirme durumunda takdir hakkını kullanacaktır. Hapis cezası ile birlikte verilmiş olan adli para cezası ilk olarak gün olarak verilen bile devamında bir gün karşılığı takdir edilen miktar ile çarpılmak suretiyle sonuç adli para cezası tayin edilmesi gerekli olmalıdır. Güveni kötüye kullanma suçunun işlenmesi ile birlikte hüküm edilen sonuç hapis cezası iki yılın altında ise ve koşulları meydana gelmiş ise ceza muhakemesi kanununun 231. maddesi içerisinde söz konusu olan hükmün açıklanmasının geri bırakılması ya da 5237 sayılı Türk ceza kanunun 51. maddesinden kaynaklı olarak cezanın ertelenmesi ne karar verilmesi durumu söz konusu olabilecektir. Bununla birlikte hapis cezası ile birlikte verilen adli para cezası ile ilgili olarak hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilmesi mümkünken yalnızca hapis cezaları bakımından kabul edildiği için cezanın ertelenmesi kararı verilmesi durumunda bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunun Bu Suça Benzeyen Diğer Suçlardan Farkları Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanunun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında 155. maddede düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçunun yine onuncu bölümü olan mal varlığını karşı suçlar başlığı altına düzenlenmiş olan diğer suçlar ile benzerlik gösterdiğinden bahsetmemiz mümkündür. Bununla birlikte yalnızca Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde düzenleme bulmuş olan suçlar değil de diğer suçlar da güveni kötüye kullanma suçuna benzer nitelikler taşımaktadır. Hangi somut olayda hangi suçun meydana geldiğinin tespit edilmesi bakımından güveni kötüye kullanma suçunun diğer suçlardan ayırt edilmesi önem teşkil etmektedir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçu İle Hırsızlık Suçu Arasındaki Farklar Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında 155. madde düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçu ile hırsızlık suçu arasında bazı farklılıkların mevcudiyeti söz konusudur. Mal varlığına karşı suçlardan uygulamada en fazla ortaya çıkanlardan biri hırsızlık suçudur. Hırsızlık suçu 5237 sayılı Türk ceza kanunun 141. maddesi içerisinde zilyetliğinin rızasının mevcudiyeti söz konusu olmadan bir başka kişiye ait taşınır bir mali kendisine ya da bir başkasına bir menfaat sağlamak amacıyla bulunduğu yerden alma olarak düzenleme bulmuştur. Güveni kötüye kullanma ve hırsızlık suçunun konusunu kanun hükümleri içerisinde mal olarak belirlenmiştir. Her iki suçun konusu benzeyen bir özellik taşısa da bu iki suç arasında farklılığın mevcudiyeti söz konusudur. Öyle ki hırsızlık suçu yalnızca taşınır mallara karşı işlenmesi mümkün olan bir suçken güveni kötüye kullanma suçunun konusu taşınmaz malların içerisinde barındıran bilir bir nitelik taşımaktadır. Benzer bir halde hem hırsızlık hem de güveni kötüye kullanma suçunda suça konu teşkil eden mal bir başkasına ait olmaktadır. Suçun faili konumunda yer alan kişi suçun Maliki niteliği taşımamaktadır. Hırsızlık suçu ile mülkiyet hakkı ve Zilyetlik korunuyor iken güveni kötüye kullanma suçu ile korunmuş olan hukuki değer mülkiyet hakkı ve taraf konumunda yer alan kişiler arasında söz konusu olan güven ilişkisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Güveni kötüye kullanma suçu ve hırsızlık suçu bakımından mevcut olan en önemli fark zilyetliğinin elde edilmesi bakımından ortaya çıkmaktadır. Güveni kötüye kullanma suçu içerisinde malın zilyetliğinin daha önceden suçun faili konumunda yer alan kişidir edilmiştir. Hırsızlık suçunda ise Zilyetlik malik konumunda yer alan kişinin izni olmadan elde ediliyor olmaktadır. Öyle ki bir kişinin bir başka kişiye bir şey vermesi halinde zilyetliğinin devri amacına aykırı olarak bu şeyin satılması durumu söz konusu olursa güveni kötüye kullanma suçu meydana gelecektir. Ancak birinin bir başka kişiye ait olan bir şeyi almış olması durumu söz konusu olursa hırsızlık suçu ortaya çıkacaktır. Burada bu mevcut fark kulağa kolaymış gibi gelse de bunun ayrımını yapmak o kadar kolay değildir. Güveni kötüye kullanma suçunun ön koşulu zilyetliğinin devri olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki Zilyetlik devrine mevcudiyeti söz konusu olmadan mal alınmış ise hırsızlık suçu meydana gelecektir. Zilyetliğinin devrinin meydana gelmesi mümkün olabilmesi bakımından zilyet olma iradesi ve fiili hâkimiyetin mevcudiyeti söz konusu olmalıdır. Bununla birlikte Zilyetlik devri söz konusu olmadan bakması, denemesi, kısa bir sürü için kullanıp geri vermesi maksadı ile mal suçun faili konumunda yer alan kişiye verilmiş ise bununla birlikte suçun faili konumunda yer alan kişi tarafından malın alınması durumu söz konusu olmuşsa hukuken geçerli bir Zilyetlik devri mevcudiyeti söz konusu olmadığından hırsızlık suçu karşımıza çıkacaktır. Bununla birlikte suçun faili konumunda yer alan kişi zilyetliği mağdur konumunda yer alan kişiyi aldatmak suretiyle elde etmiş ise burada hırsızlık veya güveni kötüye kullanma suçunu mevcudiyetinden bahsetmemiz asla mümkün olmayacaktır. Burada dolandırıcılık suçu söz konusu olacaktır. Güveni kötüye kullanma suçu zilyetliğinin devri olgusunu inkâr etmek suretiyle ihmali davranışla ile de işlenmesi mümkün olurken hırsızlık suçu icrai davranış ile işlenmesi mümkün olur bir nitelik taşımaktadır. Herkes suçun manevi kas ögesi benzer nitelikte düzenlenmiş olsa da burada mevcut bu farklılığın olduğundan bahsedebiliriz. Güveni kötüye kullanma suçu bir kişinin kendisinin ya da bir başkasının faydasına olarak işlenen bir suç iken hırsızlık suçu bir kişinin kendisini ya da bir başkasına bir fayda sağlamak amacıyla işlenen bir suç olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada kanun koyucunun bir yerde faydasına olmak suretiyle diğer madde hükümlerinde ise fayda sağlamak amacıyla şeklinde bir düzenleme yapmasının bir sebebi mevcuttur. Güveni kötüye kullanma suçu genel kızdır işlenmesi mümkün olabilen bir suç niteliği taşırken bununla birlikte yarar sağlama amacı ve kasta söz konusu değildir. Kanun maddesi içerisinde başka kişilerin faydasına da bu suçun işlenmesini mümkün olabileceğini belirtmek amacıyla kendisini ya da bir başkasının faydasına olarak düzenleme bulmuştur. Nitekim hırsızlık suçu fayda sağlama özel kastını mevcut olması ile ortaya çıkabilmektedir. Güveni kötüye kullanma suçu içerisinde suç işleme kasti zilyetliğinin devrinden daha sonra meydana gelmenin yanı sıra hırsızlık suçunda ise suç işleme kasti zilyetliği ele geçirmeden daha önce suçun faili konumunda yer alan kişi de bulunmaktadır.
Güveni Kötüye Kullanma Suçu İle Dolandırıcılık Suçu Arasındaki Farklar Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanunun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında düzenleme bulmuş olan güveni kötüye kullanma suçu ile yine aynı başlık altında düzenleme bulmuş olan dolandırıcılık suçu birbirine benzer özelliklere sahiptirler. Dolandırıcılık suçu 5237 sayılı Türk ceza kanununun 157. maddesi içerisinde düzenleme bulmuştur. Hileli davranışlar ile bir kişiyi aldatıp onun ya da bir başkasının zarar görmesine yönelik olarak kendisine ya da bir başkasına bir fayda sağlama olarak düzenlenmiştir. Dolandırıcılık suçu ve güveni kötüye kullanma suçu bakımından da zilyetliğinin devri irade gözükmektedir. Bununla birlikte arada bir farkın mevcudiyeti söz konusudur. Güveni kötüye kullanma suçu içerisinde hukuken geçerli ve taraf iradelerine uygun bir Zilyetlik devri mevcut olmasına rağmen dolandırıcılık suçu içerisinde zilyetliğinin devri suçun faili konumunda yer alan kişinin hile davranışları ile sağlanıyor olmaktadır. Dolandırıcılık suçu içerisinde mağdur konumunda yer alan kişi gerçek durumu bilse suçun faili konumunda yer alan kişi kendisini aldatmasa zilyetliği vermeyecektir. Ancak güveni kötüye kullanma suçu içerisinde başta irade ve hukuken geçerli bir Zilyetlik devri mevcudiyeti söz konusudur. Suçun faili konumunda yer alan kişide daha sonradan suç işleme kasti mevcudiyeti söz konusu olmuş ve zilyetliğinin devri amacına ihlal getirecek tasarrufta bulunmuş ya da devir olgusunu inkâr etmiştir. Dolandırıcılık suçu içerisinde suçun faili konumunda yer alan kişi de baştan itibaren suç işleme kasti mevcudiyeti söz konusudur. Bundan kaynaklı olarak suçun faili konumunda yer alan kişi şehirli davranışlara başvurmak suretiyle suçun mağduru konumunda yer alan kişinin iradesini etkilemekte onu kandırıyor olmaktadır. Öyle ki zilyetliği bu şekilde ele geçirmektedir. Dolandırıcılık suçu içerisinde suça konu teşkil eden mal hileli davranışlar ile malın zilyedi ya da Maliki aldatılmak suretiyle elde edilmektedir. Bundan kaynaklı olarak dolandırıcılık suçu içerisinde tıpkı hırsızlık suçunda söz konusu olduğu gibi suçun faili konumunda yer alan kişi zilyetliğinin de olmayan bir malı elde ediyor olmaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunu meydana gelmesi bakımından kendisini ya da bir başkasına fayda sağlamak bir koşul olmamaktadır. Öyle ki dolandırıcılık suçunun oluşumu için suçun faili konumunda yer alan kişinin kendisini ya da bir başkasına fayda sağlamış olması gerekli olmaktadır. Böyle bir durum suçun meydana gelme ama açısından da önem teşkil etmektedir. Güveni kötüye kullanma suçu zilyetliğinin devri amacına ihlal getirici tasarrufta bulunma ya da devir olduğunu inkâr etme ile sonuçlanmasına rağmen dolandırıcılık suçunun tamamlanma anı fayda sağlama anı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Güveni Kötüye Kullanma Suçu İle Yağma Suçu Arasındaki Farklar Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında düzenleme bulmuş olan güveni kötüye kullanma suçu yine aynı başlık altında düzenleme bulmuş olan yağma suçu ile karıştırılabilir bir nitelik taşımaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 148. maddesi içerisinde bir başka Kişiyi kendisinin ya da yakınının yaşamına vücut ya da cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı meydana getireceğinden veya mal varlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratacağından bahisle tehdit etmek suretiyle ya da cebir kullanmak suretiyle bir mali teslime ya da malın alınmasına karşı koymamaya mecbur kılma olarak tanımlama bulan yağma suçundan bahsetmemiz mümkündür. Güveni kötüye kullanma suçu içerisinde rızaya dayalı bir Zilyetlik devri mevcut iken yağma suçu içerisinde malın Zilyetlik tehdit ya da cebirle ele geçirilmemektedir. Bundan kaynaklı olarak malın zilyetliğinin ele geçirme hususunda iki suç yönünden fark oluşmaktadır. Uygulama içerisinde de bu iki suçu çok fazla karıştırılmamaktadır.
Güveni Kötüye Kullanma Suçu İle Zimmet Suçu Arasındaki Farklar Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanununun hükümleri içerisinde zimmet suçu düzenlenmiştir. Zimmet suçu ile güveni kötüye kullanma suçu nitelikleri açısından birbirine benzer nitelik taşımaktadırlar. Burada suçun faili konumunda yer alan kişinin kimliği ve zilyetliğinin devri amacı her iki suçu birbirinden ayırmak için önemli bir hususa sahiptir. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 247. maddesi içerisinde görevinden kaynaklı olarak Zilyetlik kendisine devredilmiş olan ya da koruma ve gözetim ile yükümlü olduğu mali kendisinin ya da bir başkasının zimmetine geçirmiş olan kamu görevlisinin cezalandırılacağına dair bir hususun mevcudiyeti söz konusu olmaktadır. Güveni kötüye kullanma ve zimmet suçunun unsurları aynı olmasına rağmen suçun faili konumunda yer alan kişi kamu görevlisi ise ve görevi geri malın zilyetliğinin suçun faili konumunda yer alan kişiye devredilmiş ise zimmet suçu meydana gelecektir. Öyle ki genel norm ve özel normal ilişkisinin mevcudiyeti söz konusudur. Zimmet suçu suçun faili konumunda yer alan kişi bakımından özgü suç niteliği taşımaktadır. Bundan kaynaklı olarak koşulları meydana gelmiş ise öncelikle zimmet suçu uygulama bulacaktır. Fakat suçun faili konumunda yer alan kişi kamu görevlisi olmasına rağmen malın Zilyetlik görevi nedeniyle değil arasında mevcut olan kişisel güvene dayalı olarak devredilmiş ise güveni kötüye kullanma suçundan dolayı cezanın mevcudiyeti söz konusu olacaktır. Burada Şundan bahsedebiliriz ki bankacılık zimmeti de özel kanun hükümleri içerisinde ayriyeten suç teşkil eder nitelikte düzenleme bulmuştur. Bankacılık zimmeti suçu olarak tanımladığımız bu suç 5411 sayılı bankacılık kanunu hükümleri içerisinde 160. maddede düzenlenmiştir. Görevinden kaynaklı olarak Zilyetlik kendisine devredilmiş olan ya da koruma ve gözetimi ile yükümlü olmuş olduğu para ya da para yerine geçen evrak veyahut senetleri ya da farklı malları kendisinin veya bir başka kişinin zimmetine geçirmiş olan banka yönetim kurulu başkan ve üyeleri ile diğer mensupları altı yıldan 12 yıla kadar hapis ve 5000 güne kadar adli para cezası ile cezalandırılmalarının mümkün olabileceği gibi bankanın uğramış olduğu zararın tazmine mahkûm edilmeleri durumunu mevcudiyeti de söz konusu olmaktadır. Öyle ki bu düzenleme 5411 sayılı bankacılık kanununun 163. maddesinde hüküm altına alınmıştır. Bununla birlikte banka içerisinde çalışan yönetim kurulu başkan ve üyeleri ile diğer mensuplarının Zilyetlik kendilerini devredilmiş olan para ya da diğer malları zimmetine geçirmesi durumunda bankacılık kanunu içerisinde yazılı suç sebebiyle cezalandırılmalar durumu söz konusu olacaktır. Zimmet suçu ve güveni kötüye kullanma suçu hükümlerine göre özel bir düzenleme niteliği taşımasından kaynaklı olarak burada suçun tipiklik unsuru meydana gelmiş olsa da güveni kötüye kullanma ve yazdım ve suçundan dolayı ceza verilmesi durum söz konusu olmayacaktır. Çünkü burada özel bir suç söz konusudur. Özel düzenlemenin mevcudiyeti söz konusu olduğundan böyle bir durum somut olay içerisinde meydana geldiğinde bundan kaynaklı olarak ceza verilmesinden bahsetmemiz gerekecektir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçu İle Mala Zarar Verme Suçu Arasındaki Farklar Nelerdir?
5237 sayılı Türk ceza kanunun onuncu bölümünün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında düzenleme bulmuş olan suçlardan biri olan güveni kötüye kullanma suçu ile birlikte bu başlık altında mala zarar verme suçu da düzenlenmiştir. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 155. maddesinde güveni kötüye kullanma suçu düzenlenmişken 5237 sayılı Türk ceza kanununun 151. maddesinde ise mala zarar verme suçu düzenlenmiştir. Bu suça göre bir başka kişinin taşınır ya da taşınmaz malın kısmen ya da tamamen yıkan, tahrip eden, yok eden, bozan kullanılması mümkün olamayacak bir duruma getiren ya da kirleten kişi cezalandırılacaktır. Güveni kötüye kullanma ve mala zarar verme suçların hukuki konusu ve konunun kıl ki faydalar benzer nitelik taşımaktadırlar. Harika suçun konusu da mal olarak düzenleme bulmuştur. Yine mülkiyet hakkı harika suçla korunan ortak değer niteliği taşımaktadır. Burada karşı karşıya geldiğimiz durum zilyetliği suçun faili konumunda Yer alan kişiye verilmiş olan mal üzerinde suçun faili konumunda yer alan kişi yıkma, tahrip etme ya da bozma şeklinde Tasarruf da bulunursa hangi suçun ortaya çıkacağıdır. Öyle ki mala zarar verme suçuna göre daha özel bir düzenleme niteliği taşıdığından dolayı güveni kötüye kullanma suçunun uygulama bulacağını söyleye bilmemiz mümkün olabilecektir. Mala zarar verme ve güveni kötüye kullanma suçunun fiil unsurları farklı olmaktadır. Mala zarar verme içerisinde fiil hareketleri tahdidi olarak sayılmış olarak karşımıza çıkmaktadır. Suçun meydana gelmesi bakımından kanun hükümlerinde yazılı yıkıma, tahrip etme, yok etme, bozma kullanılması mümkün olmayacak hale getirme ve kirletme eylemlerinde birisi meydana gelmelidir. Ancak güveni kötüye kullanma suçunda fiil hareketleri tahdidi bir şekilde sayılmamıştır. Zilyetliğinin devri amacı haricinde tasarrufta bulunma şeklinde genel bir ifadenin kullanılması durumu söz konusu olmuştur.
Güveni Kötüye Kullanma Suçu İle Diğer Suçlar Arasındaki Karşılaştırmalar Nelerdir?
Güveni kötüye kullanma suçu ile diğer suçlar arasında farklılıkların mevcudiyeti söz konusudur. 5207 sayılı Türk ceza kanunun onuncu bölümün mal varlığına karşı suçlar başlığı altında 155. madde içerisinde düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma suçu ile buna benzer suçlar uygulama içerisinde sık sık karşılaşılmasından dolayı ve güveni kötüye kullanma suçu ile benzerlik taşımalarından dolayı buna değinmek gerekli olmaktadır.
5237 sayılı Türk ceza kanununun 289. maddesi içerisinde yer alan muhafaza görevini kötüye kullanma suçu güveni kötüye kullanma suçu ile benzer nitelik taşımaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 289. maddesine göre muhafaza edilmek şartıyla kendisine resmen teslim edilmiş olan rehinli ya da hacizli ya da herhangi bir sebeple el konulmuş olan mal üzerinde teslim amacı haricinde tasarruf da bulunan kişinin cezalandırılacağını dair husus söz konusudur. Bu suç adliyenin güvenilirliğine karşı suçlar bölümü içerisinde düzenlenmiş olmaktadır. Burada kurulu kuku diğer adliyenin güvenilirliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte muhafaza görevini kötüye kullanma suçunun faili konumunda yer alan kişi ancak muhafaza etmek üzere kendisine mal verilmiş olan kişi olmaktadır. Böyle bir durumdan dolayı özgü suç niteliğinin söz konusu olduğundan ayriyeten güveni kötüye kullanma suçuna göre özel norm mevcut olduğundan şartları meydana gelmiş ise öncelikle uygulama bulacaktır. 6362 sayılı Sermaye piyasası kanunu hükümleri içerisinde mevcut olan 110. maddenin birinci fıkrasına göre güveni kötüye kullanma suçunun nitelikli halleri mevcut olarak düzenleme bulmuştur. Öyle ki verilecek olan ceza üç yıldan daha az nitelik taşımayacaktır. Burada aslında farklı bir suçtan ziyade güveni kötüye kullanma suçuna bazı nitelikli haller getirilmiştir. Fakat sayılmış olan eylemlerin suç meydana getirip getirmediği bu konuya bakılmak suretiyle belirlenecek ve özel kanun özelliğinde Olmasından kaynaklı olarak öncelikle uygulama bulacaktır. Güveni kötüye kullanma suçuna benzer bir düzenleme 1632 sayılı askeri ceza kanununun 131. maddesi içerisinde düzenleme bulmuştur. Öyle ki askeri bir hizmet yaparken ya da vazifeyi suiistimal edecek bir hizmet ya da vazifeden dolayı tevdi ya da emanet edilmiş olan para ya da kıymeti önem teşkil etmeden bir eşyayı veya kendisine tevdi ya da emanet edilmiş olması bile her türlü askeri erzak eşya ve hayvanları çalan kişiler ya da zimmetine geçiren kişiler veya ihtilas eden kişiler ya da bunu satan kişiler veya rehine veren kişiler ve bunları bilerek satın alan kişiler ya da rehin kabul eden kişiler veya gizleyen kişilerin cezalandırılacağını durumu söz konusudur. Öyle ki güveni kötüye kullanma suçunu işleyen kişilerin asker kişiler tarafından işlenmesi ayriyeten ve özel bir şekilde düzenleme bulmuştur. Burada da özel normal özelliğinde olduğundan öncelik ile bu kanun maddesinin uygulama bulunması gereklidir.
Güveni Kötüye Kullanma Suçunun Karşılaştırmalı Hukukta Düzenleniş Şekli Nedir?
GENEL OLARAK
Güveni kötüye kullanma suçuyla ilgili olarak karşılaştırmalı hukuka bakıldığında birbirinden farklı birçok düzenleme şeklinin ortaya çıkıldığı fark edilecektir. Misal bazı ülkelerin hukuk sisteminde güveni kötüye kullanma suçu serbest hareketli bir suç tipi olarak yer alırken, başka ülkelerin hukuk sistemlerinde bağlı hareketli suç tipi olarak yer almış; diğer bazı ülkeler ise sadece taşınırlar açısından bu suçun işlenebileceğini kabul etmişken, bazı ülkeler çok daha geniş bir alan çizerek taşınmazlar karşın da bu suçun işlenebileceğini kabul etmiştir.
ALMANYA
Güveni kötüye kullanma suçu Alman mevzuatında, Alman Ceza Kanununda 2 ayrı madde olarak hüküm altına alınmıştır. İlk olarak ilgili düzenleme kanunun ” Hırsızlık ve Mal Edinme ” başlıklı On Dokuzuncu Bölümünün ” Mal Edinme ” alt başlıklı 246. Maddesinde mevcut bulunmaktadır. Söz konusu hükme göre “1. Her kim, bir başkasının taşınabilir bir malını, hukuka aykırı bir şekilde kendisi ya da 3. bir kişi yararına mal edinirse, diğer maddelerde daha ağır bir ceza öngörülmemiş ise 3 yıla kadar hapis cezası ile ya da adli para cezası ile cezalandırılır. / 2. Şayet 1. fıkrada belirtilen suç, faile tevdi ve emanet edilmiş malvarlığı hakkında işlenir ise ceza, 5 yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. / 3. Söz konusu güveni kötüye kullanma suçuna teşebbüs de cezalandırılmaktadır. ” Bu düzenlemeye göre fail, zilyetliği kendisine devredilmiş taşınabilir bir malı kendisi ya da 3. bir kişi yararına mal edindiği saptanmaktadır. Bu yüzden de suçun oluşabilmesi için failin kendisi ya da 3. bir kişi yararına haksız yarar temin etmek amacıyla hareket etmesini aramaktayız. İlk fıkradaki düzenleme bakarak eğer tipiklik açısından Türk hukukundaki güveni kötüye kullanma suçuyla aynı nitelikte olmadığını fark ederiz. İkinci fıkrayı ele aldığımızda ise suça konu eşyanın belirli bir güven ilişkisi dâhilinde faile tevdi ve emanet edilmiş olması hallerinde failin bahsedilen söz konusu eşyayı mal edinmesi sebebiyle ceza verilmektedir. Bahsettiğimiz bu hüküm Alman Ceza Kanununda mal edinme suçunun çok daha ağır cezayı gerektiren nitelikli bir hâli olarak kabul edilmiştir. Birinci ve ikinci fıkrada net bir şekilde taşınır mallar ibaresine yer verildiği için taşınmazlar hakkında bu suçun söz konusu olamayacağı açıktır. Maddenin ikinci fıkrası Türk hukukundaki güveni kötüye kullanma suçunun basit durumuna ilişkin düzenlemeyle paralellik taşımaktadır.
Alman Ceza Kanunu’ndaki farklı bir başka düzenleme de ” Dolandırıcılık ve Güveni Kötüye Kullanma ” başlıklı yirmi ikinci bölümünün 266. Maddesinde yer almıştır. Buna maddeye göre ” Her kim, başkasına ait bir malvarlığı hakkında tasarruf yetkisi veren ya da bir başkasını yükümlülük altına sokma yetkisi veren kanunun, yetkili bir kamu makamının ya da hukuki bir işlemin verdiği iktidarı kötüye kullanır veya kanunun, yetkili bir kamu makamının, hukuki işlemin veya bir güven ilişkisinin yüklediği, bir kimsenin malvarlığı menfaatini koruma borcuna aykırı davranır ve bu sebep nedeni ile korumakla mükellef olduğu malvarlığı menfaatine zarar verir ise, 5 yıla kadar hapis cezası ya da adli para cezası ile cezalandırılır.” Bu söz edilen maddedeki düzenleme ile ferî zilyet olan bir kişinin dürüstlük ve sadakat kurallarına uymayarak kendisine tevdi ve teslim edilmiş olan malvarlığını zarara uğratması müeyyide altına alınmaktadır. Bu düzenlemede failin ferî zilyetliği, birçok farklı sebepler ile bir başkasına ait bir malvarlığı hakkını koruma yükümlülüğü altında bulunmasından ileri gelmektedir. Bu konuda örnek vermek gerekirse, vasi olan bir kişinin hukuki bir yükümlülük olarak vesayeti altında bulunan çocuğun mal varlığı bakımından sorumluluğunu ele alırsak, aradaki sözleşme ilişkisi ( misal komisyon sözleşmesi ) uyarınca bir başkasının malvarlığını korumak durumunda olan kişi ya da kişilerin sorumluluğu ve bir başkasına ait malvarlığına ilişkin menfaatleri korumak ile yetkili yedi eminlerin sorumluluğunu 266. Madde bakımından ele alıp değerlendirebiliriz.
Alman Ceza Kanununa baktığımız zaman güveni kötüye kullanma suçunun takibi re’sen yapılmak ile beraber bu suçun yakınlara, vasiye veya hukukî danışmanlara ya da aynı hane içerisinde yaşayan kişilere karşı işlenmesi hâlinde ise şikâyet şartı ( Alman Ceza Kanunu § 247 ) aranmaktadır. Tüm bunlara ek olarak da malın değerinin azlığının söz konusu olduğu durumlarında güveni kötüye kullanma suçunun takibi ve savcılık makamının suçun soruşturulup araştırılmasında kamusal fayda görmesi hâli dışında ise şikâyete bağlı kılınmaktadır. ( Alman Ceza Kanunu § 248 –a )
FRANSA
Fransa’ya baktığımızda ise, ceza hukuku tarihini ele aldığımızda güveni kötüye kullanma suçu, 1791 tarihli Fransız Ceza Kanunu ile hırsızlık ve dolandırıcılık suçlarından farklı olduğu görülüp kabul edilmiş ve ayrıca ilk kez bağımsız bir suç tipi olarak mevzuatta düzenlenip yer almıştır. Bahsettiğimiz bu 1791 tarihli kanunda özel bir isim ile nitelendirilmeyen bu suç tipi için ” güveni kötüye kullanma (abus de confiance) ” kavramı ilk olarak 1810 tarihli Fransız Ceza Kanunu’nun 408. maddesinde kendisine yer bulmuştur. Bu maddeye bakarsak eğer ” Her kim, maliklerin, zilyetlerin, elde bulunduranların zararına muayyen bir kullanma ya da iş yapmak yahut iade veya ibraz mükellefiyeti altında kira, vedia, vekâlet, rehin, ariyet, ücretli ya da ücretsiz hizmet sözleşmesi ile teslim edilmiş eşyayı, paraları, emtiayı, senetleri, borç yükletme veya borçtan kurtarmayı içeren bütün yazılı kâğıtları edinir ya da harcar ise 406. maddedeki müeyyideler sebebiyle ceza verilir. / Eğer yukarıdaki paragrafta düzenlenmiş olan güveni kötüye kullanma, bir resmi memur ya da hizmetçi, rehin ile ödünç vermeyi sanat edinen bir kişi, öğrenci, papaz, tüccar memuru, işçi, çırak bakımından iş sahibi zararına işlenmiş olur ise cezası ağır hapistir. Tüm bu hallerin kamu ödünçlerinde işlenen paraların, evrakın, eşyanın alınması, kaldırılması suçlarına ait 254. – 255. ve 256. maddelere girmemesi ise şarttır. 1935 tarihli bir decretloi’da halka ilan ederek vedia, vekâlet, rehin akdi ile para ya da eşya teslim alan kişi veya işletme müdürlerinin çok daha ağır müeyyideler ile cezaya çarptırılmasını gerektirmektedir.”
1810 tarihli Fransız Ceza Kanunu’nda suçun basit ve nitelikli hâlleri aynı hüküm içerisinde düzenlenmiş olup bahsedilen bu hükümde taşınmazların suçun konusunu oluşturup oluşturamayacağına ilişkin bir netlik yer almamıştır. Şu var ki hükümde bu suça konu olan eşyanın teslimine zemin oluşturmuş olan sözleşmelerin neler olduğunu tek tek sayılmıştır. Söz konusu düzenleme güveni kötüye kullanma suçuna bağımsız bir nitelik kazandırmasına karşın kanunun bu suç bakımından malın zilyetliğinin hangi akitler ile devredilmesi gerektiğini tek tek saymış olması ve failin emin sıfatıyla zilyet olmasının değil de bu akitlerden biri ile malı elinde bulundurması gerektiğini işaret etmesi düzenlemenin en başta ilk akla gelen eleştirilen noktaları arasında sayılmaktadır. Şöyle ki sayılan akitlerden birine dayanak olamaksızın bir malın zilyetliğinin devredilmesi güveni kötüye kullanma suçunu meydana getirmeyecektir. Fransız Temyiz mahkemesinin sanık ile müşteki arasında var olan vekâlet sözleşmesinin kanuni sınırın üstünde kalması sebebi ile şahitle ispat edilemeyeceğinden dolayı aralarında vekâlet sözleşmesi olmadığını ileri sürerek güveni kötüye kullanma suçu yerine hırsızlık suçundan hüküm verilmesi gerekmiş olduğuna dair bir hüküm vermesi bunun en güzel bir örneği olarak gösterilebilir.
Güveni kötüye kullanma suçu Fransa’da halen güncel olarak yürürlükte olan 1994 tarihli Fransız Ceza Kanunu’nda ” Mülkiyete Karşı Cürüm ve Kabahatler ” in bulunduğu 3. Kitabın ” Hileli Mal Edinme ” başlıklı 1. Kısmının Dördüncü Bölümünde, ” Güveni kötüye Kullanma ” adlı alt başlıklı 314. Maddede vücut bulmuştur.
1994 tarihli Fransız Ceza Kanunu’na baktığımızda, 1810 tarihli Fransız Ceza Kanunu’ndaki zilyetliğin hangi akitler ile devredilmesi gerek olduğunun tek tek sayılması hakkındaki kısma yer verilmemiştir. 1994 tarihli kanunda olan düzenlemede güveni kötüye kullanma suçunun ” hıyanet ederek ” biçiminde işleneceğine yer verilmesi suçun serbest hareketli bir suç tipi olarak kabul edilmiş olduğunu bizlere göstermektedir. Güveni kötüye kullanma suçunun basit bir şeklini düzenleyen 314. maddenin 1. fıkrasında suçun gerçekleşmesi açısından mağdurun zarara uğramış olması gerektiğinin bir koşul olarak arandığından mütevellit bu suçun bir zarar suçu olarak düzenlenmiş olduğunu yorumunu yapabilmekteyiz. Buna ilaveten bu maddede taşınmazların güveni kötüye kullanma suçunun konusunu oluşturup oluşturamayacağı tam olarak net bir şekilde belirtilmemiş olup ucu açık bırakılmıştır.
Fransız Ceza Kanunundaki 314. maddenin 2. ve 3. fıkralarında suçun nitelikli hâlleri ele alınmıştır. Buna göre de ikinci fıkranın 1. ve 2. bendinde güveni kötüye kullanma suçunun kanunda sayılmış kişiler tarafından işlenmesi, 3. ve 4. bendinde ise bu suçun sayılmış olan hallerde işlenmesi durumunda da ağırlaştırıcı sebepler olarak öngörülmüştür. Fransa’nın kanun koyucusu 1. ve 2. bentte sayılmış olan kişilere takındıkları sıfat sebebi ile çok daha fazla güven duyulması ve 4. bentte bazı kimselerin içinde bulundukları durum nedeni ile daha savunmasız konumda olmaları yüzünden dolayı bu nitelikli hâller vücut bulmuştur. Söz konusu kanundaki 314. maddenin 3. fıkrasındaki nitelikli hâl kamu görevlisinin güveni kötüye kullanma suçunu işlemesi durumuna ilişkin düzenlenmiştir. Türk Ceza Hukukunda zimmet olarak nitelendirilen bu suç Fransız Ceza Kanunu’nda güveni kötüye kullanma suçunun bir nitelikli hâli olarak mevzuatta yer almıştır. 314. maddenin son fıkrasında ise hırsızlık suçu ile ilgili olarak 311. Maddeye bir atıf yapılmıştır. Bu maddeye baktığımızda; ” Aşağıdaki hallerde hırsızlık suçunu işleyen kişi hakkında soruşturma başlatılmayabilir; -üstsoy ya da altsoy aleyhine olarak işlenmesi hâlinde, -eş aleyhine işlenmesi hâlinde, -ayrılmış ya da hukuki olarak ayrı yaşayan eşler hariç…” şeklinde düzenlenmiştir. Değinmiş olduğumuz bu düzenleme Türk hukukundaki şahsi cezasızlık hallerinin bir benzeri özelliğini taşımaktadır. Söz konusu bu maddede, hırsızlık suçu açısından geçerli olan şahsi cezasızlık hallerinin güveni kötüye kullanma suçu için de geçerli olduğu düzenlemede kendisine yer bulmuştur. Fransız Ceza Kanunu’nda şahsi cezasızlık hallerinin var olmuş olması hâlinde de ” soruşturma başlatılmayabilir ” ifadesi ile uygulamacı sıfatında görev alan yetkili kişilere bu konuda bir takdir hakkı tanınmıştır. Türk Ceza Kanunu’nda ise güveni kötüye kullanma suçu ile ilgili şahsi cezasızlık nedenlerinin varlığı durumunda da cezaya hükmolunamayacağı net bir şekilde ifade edilmiştir. Fransa’daki değindiğimiz bu düzenleme ile farklı olarak uygulamacı sıfatında görev alan yetkili kişilere bir takdir hakkı tanınmamıştır (TCK m. 167/1).
İŞVİÇRE
İsviçre’ye baktığımızda 1937 tarihli İsviçre Ceza Kanunu yürürlüğe girdiği tarihten itibaren de güveni kötüye kullanma suçu bakımından en gelmiş geçmiş düzenlemeleri içeren kanundur. Güveni kötüye kullanma suçu İsviçre Ceza Kanunu’nun ” Özel Hükümler ” başlıklı 2. Kitabının ” Mülkiyete Karşı Suçlar ” başlıklı 2. Bölümünün 138. Maddesinde yer almaktadır. Bahsedilen bu düzenleme incelendiğinde ” Kendisi ya da bir 3. kişiye hukuka aykırı olarak bir menfaat temini amacı ile bir başkasına ait olan ve kendisine emanet edilmiş bir taşınırı mal edinmiş olan kimse, kendisine emanet edilen misli eşyayı özellikle bir miktar parayı kendisine ya da 3. bir kişiye menfaat sağlamak amacı ile kullanan, 5 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır… ” şeklinde ifade edilmiştir.
İsviçre kanun koyucusu net bir biçimde güveni kötüye kullanma suçunun sadece ama sadece taşınır mallar hakkında işlenebileceğini belirttiğinden dolayı taşınmazlar hakkında güveni kötüye kullanma suçunun işlenmesi mümkün olmayacaktır.
Kovuşturma yöntemi açısından incelersek İsviçre Ceza Kanunu’nda kural olarak re’sen kovuşturma sistemi kabul edilmiştir. Şu var ki suçun aile topluluğu ya da aile bireylerine karşı işlendiği ya da edinilen şeyin değerinin az olduğu hallerinde kovuşturma şikâyet şartına tabi olmuştur.
İTALYA
1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’nda da ( Zanardelli Kanunu olarak adlandırılmaktadır) bağımsız bir suç tipi niteliğinde olarak kabul edilen güveni kötüye kullanma suçuna ilişkin ilgili hükümler küçük ufak tefek bazı değişikliler dışında 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda aynen olmak üzere kabul edilmiştir. Zanardelli Kanunu bir süre sonra yürürlükten kaldırılarak yerine Rocco Kanunu olarak adlandırılan İtalyan Ceza Kanunu yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunun mevzusu açısından ” bir başkasının parasını ya da menkul malını mülkiyetine geçirir ise” şeklinde bu tarz bir ifade kullanıldığından dolayı bu suçun konusunu yalnızca para ve taşınırlar oluşturacağı anlaşılmaktadır. Taşınmazlar ise madde metnindeki tam olarak net bir ifade sebebi ile bu suçun konusunu oluşturması mümkün olamayacaktır. Güveni kötüye kullanma suçunun oluşumu için gerçekleşmesi gereken eylem ” mülkiyete geçirme ” olarak belirtildiğinden dolayı mülkiyete geçirme dışındaki eylemler ( yıkma, yakma, bozma, yok etme vb. ) bu suçu meydana getiremeyecektir. Eski 765 sayılı Türk Ceza Kanunu 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’ndan iktibas edildiğinden dolayı 1930 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’nun yürürlük kazanmasıyla beraber olarak buna uygun bir şekilde paralel olarak 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda bazı değişiklikler yapılmıştır.
AVUSTURYA
Avusturya Ceza Kanunu ele aldığımızda ise açık bir şekilde görülmektedir ki Alman Ceza Kanunu’nda benzer bir şekilde olduğu gibi mal edinme ve güveni kötüye kullanma olarak 2 ayrı suç tipini düzenlemiş bulunmaktadır. ” Unterschlagung ” kavramı ile belirtilmiş olan mal edinme suçu Avusturya Ceza Kanunu’nun 133. maddesinde, ” Veruntreuung ” terimi ile ifade edilen güveni kötüye kullanma suçu ise de 134. Maddesinde kendilerine yer bulmaktadır.
Avusturya Ceza Kanunu’nun 134. Maddesine baktığımızda ise, bulunma, hata ya da daha farklı başka bir şekilde ele geçen eşyayı mal edinme eylemi suç olarak nitelendirilip kabul edilmiştir. 133. maddedeki nitelikli hâli bu kısımda da geçerli olmakta ve bir malın değerinin fazla olması ağırlaştırıcı nedeni olarak sayılmıştır.
Avusturya Ceza Kanununda mal edinme suçunu ele almış olan 133. madde Türk hukukundaki güveni kötüye kullanma suçunu nitelendirmesine daha çok uyum sağlamaktadır. 134. maddedeki düzenlemeye baktığımızda ise 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 160. maddesinde düzenlenmiş olan kaybolmuş ya da hata sonucu ele geçmiş bir eşya üzerinde tasarruf suçuna benzerlik göstermektedir.
NORVEÇ
Güveni kötüye kullanma suçu Norveç Ceza Kanunu’nun ” Suçlar ” başlıklı 2. Kısmının ” Zimmet, Hırsızlık ve Hukuka Aykırı Kullanım ” başlıklı Yirmi Dördüncü Bölümünün 255. maddesinde kendisine yer bulmuştur. Söz konusu bu düzenlemede anılmış olan suç için zimmet ifadesi şeklinde nitelendirilmiş olsa da Türk ceza hukuku bakımından incelendiğinde güveni kötüye kullanma suçunun tarifine çok yakın bir düzenleme olduğu görülmektedir. Bu düzenlemede suçun yalnızca taşınır mallar hususunda işlenebileceği belirtildiğinden dolayı taşınmazlar hakkında bu suçun işlenmesi mümkün gözükmemektedir. Şu var ki maddede ferî zilyetliğin kurulma şekli ile ilgili tam olarak net bir şekilde belirleme yapılmaması da öğretide eleştiri konusu haline getirilmiştir. Bu durumun alternatif unsurlu bir güveni kötüye kullanma suçunu oluşturduğu şeklinde açıklanmıştır. Bu alternatif unsurların kesin bir nitelikte mi oldukları yoksa örnek kabilinden mi olduğu genel olarak tartışmaya açılmış bir konudur.
Norveç Ceza Kanunun 275. Maddesinde ise kişinin, yönetimi ya da nezaretine bırakılan işi ihmal etmesinin cezalandırılacağı hüküm altına alınmıştır. Bu düzenleme Türk Ceza Kanunu’ndaki hizmet sebebi ile güveni kötüye kullanma suçuna benzer özellikte bir düzenlemedir. Burada suçun mevzusu ile ilgili olarak mal ya da eşya terimi yerine “iş” terimi kullanılmıştır.
Güveni kötüye kullanma suçu ile iliği İzmir ceza avukatı İdil Su Aydın ile iletişime geçerek detaylı bilgi alabilirsiniz.