Kusur Kavramı Nedir?
Suç genel teorisi kısaca suçun ne olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Yani bununla demek istenen suçun zorunlu unsurlarını, suçun diğer hukuka aykırı fiillerden farkını ve suçu ağırlaştıran ya da hafifleştiren sebepleri ele alarak irdelemektedir. Tipe uygun ve hukuka aykırı bir fiilin yapılmış olması failin sorumluluğu için ne yazık ki yeterli değildir. Failin bahsi geçmekte olan eylemi gerçekleştirirken kusurlu olması da gerekmektedir. Kusura dayanan sorumluluk anlayışı ile bağdaşmayan objektif sorumluluk bazı hukuk sistemlerinde varlığını sürdürmek ile birlikte 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu ise belirtmiş olduğumuz bu sorumluluk anlayışından günümüzde vazgeçmiş bulunmaktadır.
Kusurluluğun nitelik ve kapsamını açıklayarak tanımlamaya çalışan iki teori mevcuttur. Sözü edilen bu teoriler, psikolojik teori ve normatif teori olarak adlandırılmaktadır. Psikolojik teori Latin ülkelerinde hâkimiyet sağlayan teori olup buna göre kusurluluğun kast ve taksir olarak iki türü bulunduğu görülmektedir. Kastı çok basit bir tanım ile hareket ve sonucunun istenmesi olarak tanımlayabilirken; taksiri ise sadece hareketin istenmesi olarak açıklayabiliriz. Buna göre kusurluluğu hareketin istenmesi biçiminde kabul etmek ve bunu başlangıç noktası olarak esas almak mümkün gözükmektedir. Bu şekilde de anlaşılan kusurluluk, sonuç ile bunu istemiş ya da öngörebilecek durumda bulunan fail arasında kurulan psikolojik bir bağ, manevi bir nedensellik bağı olarak ifade edilmiştir. Hâlbuki normatif teori ise, Alman ekolüne ait bir görüş olmak ile birlikte bu teoriye göre kusurlu olmak, hukuka aykırı bir hareketi, normun koyduğu yasaklara ya da yüklemiş olduğu ödevlere karşın yapmak anlamına gelmektedir. Her hukuk kuralı kişilere ödevler yükler, bunlara aykırı hareket etmek de normatif bakımdan kişiyi kusurlu hale getirmiş olmaktadır. Kusurluluğu oluşturan irade hukuka aykırı bir eylem gerçekleştirmek bilincinden ibaret olduğu açıktır. Bu bilinç kast ile taksirin ortak noktası olarak kusuru işaret etmektedir.
Öğretiye bakmış olduğumuzda ise kusurluluğun esasını açıklamak bakımından psikolojik ve normatif teori ileri sürülmüş ise de kusurluluğun esasını açıklayabilmek bakımından her iki teoriye de gereksinim olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Kusurluluğun kast, taksir ve netice nedeni ile ağırlaşmış suç olmak üzere üç türü bulunmaktadır. Bu üç kusur türü açısından tek ortak unsur ise yapılmış olan hareketin istenmesidir. Kusur sorumluluğu içerisinde yerini belirlediğimiz taksir kavramı, Arapça dilinde yer alan bir kelime olup, “ Kısaltma, kısma, kusurda bulunma, bir şeyi eksik olarak yapma, bir şeyi yapabilirken çekinmekten dolayı yapmama, kabahat, günah ” gibi anlamları içinde barındırmaktadır.
TAKSİR KAVRAMI NE DEMEK?
Taksirin, Arapça bir sözcük olmak ile birlikte bir işi eksik yapma bir şeyi yapabilirken çekinip yapmama gibi anlamlara gelmekte olduğuna yukarıda değindik. Kast ve taksir arasındaki ayrım Roma Hukuku’na ( dolus-culpa ) kadar uzanmaktadır, ortaçağ İtalyan hukukçuları aracılığıyla Carolina’ya, oradan da müşterek hukuka geçmek ile uzun bir geçmişi vardır. Ancak buna rağmen taksire baktığımızda kasta göre uzun süre gölgede kalan bir kavram olduğu net bir biçimde görülebilmektedir. Bu durum da son yüz yılda kişilerin yaşamı ve sağlığı bakımından zararlı sonuçlara yol açabilecek tehlikeli faaliyet alanlarının artması ve teknolojik gelişmelerin ilerlemesi ile gelişip değişikliğe uğramıştır.
Hukuki bir kavram olarak karşımıza çıkmakta olan taksir, ceza hukukunda sık bir şekilde karşımıza çıktığı açık bir biçimde görülmektedir. Taksiri en genel anlamı ile açıklayacak olur isek; failin iradi olarak meydana getirmiş olduğu bir veya birtakım davranışının iradi olmayan sonucundan sorumlu olması ya da failin suç tanımına uyan hukuka aykırı eyleme iradi bir hareket ile sebebiyet vermesi, ancak ortaya çıkan sonucu öngörmemiş ya da öngörse bile istememiş olmasıdır. Başka bir açıdan daha bakıldığında; ceza kanunundaki suç tipini, onu ihlal etmeyi istemeden, özen gösterme yükümlülüğü getiren normu ihlal ederek gerçekleştirmiş olan ve somut olaya ilişkin olarak özen gösterme yükümlülüğünü yerine getirmekte olan bir norm bulunduğunu fark etmek ile ödevli bulunmasına rağmen fark etmeyen ya da normu ihlal edebileceğinin mümkün olduğunu görmesine rağmen, yükümlülüklerine aykırı olarak, sonucun gerçekleşmeyeceğine güvenerek bir varsayım üzerinden hareket eden fail, taksir ile hareket etmektedir. Taksir, temelinde belirli şekilde davranma yükümlülüğünü ihmal ederek bir davranışta bulunma ve fiilin öngörülebilirliği ile karakterize edilmiş olan bir sorumluluk biçimidir.
Taksirli suçların ise sözlük anlamı itibari ile de “ İradi olarak işlenen icabı ya da selbi bir fiilden, fail tarafından istenmemiş olmalarına rağmen kanunun cezalandırdığı neticelerin husule gelmesi halindeki suçları ” ifade etmektedir. Taksirli suçlarda da, tüm suçlarda olduğu gibi, suç hareket ile başlar. Ancak söz konusu hareketin sonucu, diğerlerinden farklı olarak, istenmeyen bir sonuçtur. Bu duruma bir örnek verecek olursak; bir hemşirenin görevi her zaman iyileştirmek ya da hastanın rahatsızlıklarını hafifletmesi şekilde tanımlanır. Hemşire, bunun yerine hastanın ölümüne neden olursa ya da bir makinist hızlı bir şekilde istasyona girerken kontrolü kaybederek orada beklemekte olan yolcuların bir kısmını ezerek ölümlerine sebep olur ise burada sonuç fail tarafından istenmeyen bir sonuç olarak karşımıza çıkar.
TAKSİRİN UNSURLARI NELERDİR?
Taksirin unsurlarını beş ayrı başlık halinde ayırmak mümkündür. Bunlar; taksir ile işlenebilen bir suç olması, hareketin isteyerek yapılması, sonucun iradi olmaması, hareketle sonuç arasında bir nedensellik bağının bulunması ve sonucun öngörülebilir olması şeklinde sayabiliriz.
Taksirle İşlenebilen Bir Suçun Bulunması
Kusurluluğun tipik şekline baktığımızda esas olan kasttır. Taksirli sorumluluk ise kusurluluğun istisnai bir şekli olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Türk Ceza Kanunu 21. Maddesinin 1. fıkrasına göre, “ suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır. ’’ şeklinde hüküm altına alınmıştır. Taksirli sorumluluk türünün istisnai olduğundan daha önce bahsetmiştik ve bir fiilin taksirli şeklinin cezalandırılabilmesi için bu konuda kanunda açık bir şekilde hüküm bulunması gerekli olmaktadır. Türk Ceza Kanunu 22. Maddesinin 1. fıkrasına göre “ taksir ile işlenmiş olan fiiller, kanunun açık bir şekilde belirttiği hallerde cezalandırılır” denilmiştir. Türk Ceza Kanunu’nda bir fiilin taksirli biçimi öngörülmemiş ise kanunilik ilkesini baz alarak baktığımızda bunu cezalandırmak mümkün değildir.
Türk Ceza Kanunu’nda her suçun taksirli bir biçimine yer verilmemiştir. Türk Ceza Kanunu’nda ya da özel kanunda açıkça gösterilmekte olan eylemler dışındaki taksirli eylemleri cezalandırma imkânı olamamaktadır. Türk Ceza Kanunun sınırlıda olsa bazı suçların taksirli şeklinin açık bir şekilde hüküm altına alındığı takdirde cezalandırılmasını kabul etmiştir. Bu cümleden olarak; -taksirle öldürme ( m.85 ) -taksirle yaralama( m.89 ) -taksirli iflas ( m.162 ) -genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması (m.171) -atom enerjisi ile taksirle patlamaya sebebiyet verme ( m.173/2 ) -trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma ( m.180 ) -çevrenin taksirle kirletilmesi ( m.182 ) -zehirli madde katma suçunun taksirle işlenmesi ( m.185/2 ) -‘‘ çocuğun soy bağını değiştirme ’’ suçunun taksirle işlenmesi ( m. 231/2 ) -taksirle askeri tesislerin tahribine neden olmak ( m. 307/3 ) -savaş zamanında yükümlülüklerini taksirle yerine getirmeme ( m. 322/2 ) -devletin güvenliğine ve siyasi yararlarına ilişkin bilgileri taksirle açıklama ( m. 329/3 ) -yasaklanan bilgileri taksirle açıklama ( m. 336/3 ) -taksir sonucu casusluk fiillerinin işlenmesi ( m. 338 ) Suçlarını Türk Ceza Kanunu 22. Maddesinin 1. fıkrası uyarınca açık bir şekilde düzenleyip hüküm altına almış bulunmaktadır.
Gerçekleştirilmiş Olan Hareketin İsteyerek Yapılması ( İradiliği )
Failin taksirinden söz edebilmemiz için hareketin iradi olması gerekir. Yani bundan anlaşılmış olması gereken şey bilinerek ve istenerek yapılmış bir hareketin varlığının bir koşul olarak karşımıza çıkmasıdır. Failin kendi hareketini bilerek ve isteyerek yapmadığı hal ve durumlarda taksirli olduğundan söz edilmez. Başka bir ifade ile açıklamak istersek eğer ortada iradi bir hareket yoksa o takdirde kaza ya da tesadüf hallerinden söz edilebileceği için, sorumluluk söz konusu olmayacaktır. Taksirli icrai suçlara bakmış olduğumuzda hareketin iradiliğinin tespiti güçlük yaratmaz. Ancak şu var ki taksirli ihmali suçlarda iradiliğin yani gerçekleştirilen hareketin isteyerek yapılmasının varlığını tespit etmek kolay değildir; bu durum bir güçlük arz eder. Çünkü ihmali hareketin yani bununla demek istenen hareketsizliğin iradiliğinin iddia edilemeyeceği ileri sürülmüştür. Ne var ki taksirli ihmali suçlarda da bir kişi özenli olmak istediğinde dikkatli davranır ise ve burada bir şeyi unutmuş ise bunun sebebi yeteri derecede dikkatli davranmak istemeyişinden ya da özenli davranma yükümlülüğünün ihlal edilmesinden dolayı ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısından baktığımızda mücbir neden ya da kaza dışında kalan bütün hallerde ihmali hareket de iradidir, yani sonuç olarak istenmiştir.
Sonucun İstenmemesi, Yani İradi Olmaması
Sonucun istenmemesi durumu taksiri, kasttan net bir biçimde ayıran bir unsur olarak karşımıza çıkmıştır. Gerçekten de failin sonucu istemiş olması halinde kastın varlığından söz edilmektedir. Taksirli suçları ele aldığımızda ise sonuç kısmı önem taşımaktadır. Çünkü sonucun gerçekleşmesi kanunilik ilkesi açısından failin cezalandırılmasını gerektiren bir şart olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan, sonuç gerçekleşmediği takdirde taksirli suçlara teşebbüs mümkün olmadığından taksirli hareketin faili cezalandırılamaz. Diğer bir yandan da bazen zararlı bir sonucu doğurabilecek bazı hareketlerin, bu sonuç gerçekleşmese de trafik kurallarını belirlemekte olan mevzuat gereğince, bağımsız olarak cezalandırıldıkları net olarak görülmektedir. Şu var ki mevut olan bu durumlarda da taksirli bir suçtan değil, bu kuralların ihlalinin ayrıca ve tek başına cezalandırıldığı kasıtlı suçlardan söz etmek mümkündür. Ek olarak, fail sonucu öngörmesine rağmen istememiş de olabilir, ünlü Giyom Tell örneğinde olduğu gibi fail öngördüğü sonucun gerçekleşmemesi için her türlü dikkati ve çabayı göstermektedir. Bu durumu ele aldığımızda görüleceği üzere failin kast hükümlerine göre sorumlu tutmak olanaklı değildir. Çünkü öngörülen sonuç ile irade arasında bir çatışma vardır. Bu sebep ile bu durumda “ bilinçli taksir ” den söz etmek mümkündür.
Sonucun Öngörülebilir Olması
Sonucun öngörülebilir olması koşulunun aranmış olması kişilere yüklenen dikkat ve özen yükümlülüğünün doğal bir neticesidir. Taksirin bu unsuru, taksiri kaza ve tesadüften keskin bir biçimde ayıran bir kıstastır. Taksirli suçlarda sonucun öngörülebilir olması unsuru, bu unsurun gösterdiği hususiyet ve önemi sebebi ile ayrıntılı ve değişik yönleriyle ayrılabilmektedir. Taksirli suçlarda fail öngörülebilir bir sonuca sebep vermesi dolayısı ile cezalandırılmaktadır. Bu açıdan baktığımızda eğer sonuç öngörülebilir değil ise taksirli suçtan sorumluluk söz konusu olup gündeme bile gelmeyecektir. Başka bir deyiş ile açıklayacak olursak taksirin varlığı için davranış kuralının ihlal edilmiş olması yeterli değildir. Ayrıca tüm bunlara ek olarak ihlal edilen bu davranış kuralı sonucunda ortaya çıkan zararlı sonucun faile isnat edilebilir olması zorunlu bir unsurdur. Failin dış dünyada gerçekleştirmiş olduğu bir eylemden dolayı kınanabilir olmadığı takdirde kusurlu olarak sayılması ve sorumluluğu cihetine gidilmesi de mümkün olmamaktadır. Taksirden söz edebilmek için failin iradi olarak yaptığı hareketin sonucunu ya öngörmemiş olması ya da öngörse bile istememiş olması gerekir. Taksirle kastın farkı da tam bu noktada ortaya çıkar. Kasttan söz edebilmek için failin iradi olarak yapmış olduğu bir fiilin sonucunu istemiş ya da en azından kabullenmiş olması koşulunu sağlamış olması gerekir. Şu var ki ancak; taksirde fail kesinlikle bu sonucu istememektedir.
Sonucu öngörülebilme olanağının belirlenmesinde objektif ya da sübjektif nasıl bir ölçüt uygulanması gerektiği öğreti ve uygulamanın tartışmalı konularından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Taksirin bir unsuru olarak öngörülebilmenin objektif bir biçimde saptanması ceza hukukunun sübjektifliği ile bağdaşmaz. Bu açıdan da ön görülebilmenin tespitinde failin kişisel niteliklerinin göz önünde tutmak sureti ile sübjektif ölçüt uygulamak gereklidir. Açıklamış olduğumuz bu duruma göre failin mali durumu, görgüsü ve sosyal düzeyi, deneyimi, yaşı, bedeni kusurları, zekâ seviyesi ve cinsiyeti vb. hususlar ön görme olanağının saptanmasında göz önünde bulundurulması gereken hususlardır. Sonucun öngörülebilir şekilde olmasının tespitinde failin içinde yaşamış olduğu sosyal çevredeki ya da icra ettiği meslek çerçevesindeki ortak deneyimler ve failin kişisel özellikleri önemli rol oynar. Burada failin davranış kurallarına uymaması ne zaman ona isnat edilebileceği hususunun da irdelenmesi gerekir. Başka bir ifade ile açıklayacak olursak davranış kurallarına, failin uyması hangi koşullarda failden beklenebilecek sorusunu ileri sürebiliriz. Bu sorunun yanıtı genel ve özel taksire göre farklılık arz edecektir.
Yargıtay’ın bu konudaki kıstaslarına baktığımızda da taksirli suçlarda failin kusurlu olup olmadığını aynı esaslara göre tayin etmekte olduğunu görmekteyiz. İncelendiğinde görüleceği üzere Yargıtay birçok kararında sonucun öngörülebilir olup olmadığı hususunu günlük yaşam deneyimlerine göre tespit etmiş görünmektedir. Buna göre taksirli suçlarda fail, kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunmuş olduğu koşullar altında, objektif olarak var olan dikkat ve özen yükümlülüğünü öngörebilecek ve yerine getirebilecek durumda olmalıdır. Tüm bu imkân ve yeteneklere sahip olmasına rağmen bu yükümlülüğe aykırı davranan kişi, suç tanımında belirlenmekte olan sonucun gerçekleşmesine sebep olmuş olması durumunda taksirli suçtan dolayı kusurlu varsayılarak sorumlu tutulması gündeme gelecektir. Yukarıda da yapmış olduğumuz açıklamalardan da görüldüğü üzere öngörülebilme kıstası öğreti ve uygulama tarafından kabul edilmiş bir kıstastır.
Hareket ile Sonuç Arasında Nedensellik Bağının Bulunması
Failin taksirli eylemi ile gerçekleşmiş olan bir sonuç arasında bir nedensellik bağının bulunması gerekir. Söz konusu bu bağın oluşmasında, mağdurun ya da üçüncü bir kişinin eylemi, önemli bir rol oynamış olabilir.
Üçüncü Kişinin Hareketi; söz konusu bu bağın oluşmasında söz konusu olabilecek, üçüncü kişinin hareketi kusurlu ya da kusursuz olabilir. Üçüncü bir kişinin hareketinin kusursuz olması durumunda bir sorun yoktur. Demek istenen şu ki failin hareketi ile sonuç arasındaki nedensellik bağı varlığını sürdürür. Üçüncü kişinin hareketinin kusurlu olması durumunda, bu kusurlu hareket kast ya da taksir şeklinde gerçekleşebilir. İlk olasılıkta üçüncü kişinin kast çerçevesi içindeki bir hareketinin söz konusu olması durumunda şayet; meydana gelen sonuç üçüncü kişiye yüklenebiliyor ise üçüncü kişinin de taksirli suçtan sorumlu tutulması mümkündür. İkinci olasılığı değerlendirdiğimizde ise yani üçüncü kişinin illi seriye taksirli hareketi ile katılması durumunda üçüncü kişinin de sorumluluğu vardır. Çünkü üçüncü kişinin taksirli hareketi de sonuç bakımından nedensellik değeri taşıdığı öngörülmektedir. Üçüncü kişinin taksirli ya da kasıtlı bir fiilinin failin taksirli hareketine eklenmesi durumunda her fail kendi kusurlu eyleminden sorumlu olmaya devam edecektir. Yani bununla demek istenen şey gerçekleşen sonuçtan fail taksiri, üçüncü kişi ise kastı ya da taksiri dolayısıyla cezalandırılmış olmasıdır. Nitekim Türk Ceza Kanunu 22. Madde 5. fıkrada, “ birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir.” Şeklinde hüküm altına alınarak söz konusu olan bu duruma işaret edilmiştir.
Mağdurun hareketine baktığımızda ise nedensellik bağının oluşumunda mağdurun hareketi açısından üç durum söz konusu olabilir. Birinci olasılıkta mağdurun hareketi normaldir. Bu durumda mağdurun hareketinin, failin hareketi ile sonuç arasındaki illi seriye her hangi bir etkisi yoktur. İkinci olasılıkta mağdurun hareketi normal olmamak ile birlikte kusurlu ve hukuka aykırı da değildir. Böyle bir durumda mağdurun normal olmayan hareketlerine rağmen, sonuç öngörülebilir nitelikteyse failin taksiri ve illiyet bağının varlığı kabul edilir. Şayet; kişinin sonucu öngörebilme gibi bir ihtimali yok ise mağdurun normal olmayan hareketleri, failin hareketi ile sonuç arasındaki nedensellik bağını ortadan kaldırmış olmaktadır. Üçüncü olasılığı ele aldığımızda ise, mağdurun hareketi kusurludur. Failin hareketi ile birleşen mağdurun hareketinin kusurlu olmuş olması ihtimalinde ise illiyet bağının durumunun tespit edebilmek açısından çeşitli ihtimalleri ayrı ayrı değerlendirmek gerekecektir. Failin hiçbir taksirli hareketi yokken, sonuç tamamen mağdurun kusurlu davranışı sonucu gerçekleşmiş ise failin hareketi ile sonuç arasında nedensellik bağı olmadığından fail sorumlu olmayacaktır. Sonucun gerçekleşmiş olmasında hem failin hem de mağdurun taksirlerinin bulunması ihtimalinde fail için sorumluluk ortadan kalkmayacaktır. Yani bununla birlikte demek istenen taksirler arasında takas yapılamayacak olup failin dışa vurmuş hareketi ile bununla bağlı olarak meydana gelen sonuç arasında nedensellik bağı kesilmeyecektir. Ne var ki bu durumlarda ortak ( müterafik ) kusur meydana gelmiş olacaktır. Mağdurun taksiri failin taksirinin hafiflemesine, yol açacağından adalet duygusundan kaynaklı olarak failin cezasından indirim yapılması gündeme gelecektir. Son olarak mağdurun kusurlu davranışına failin daha önce yaptığı taksirli bir davranışının neden olması durumunda da, failin taksirli hareketlerinden doğan sonucun objektif olarak faile isnat edilip edilemeyeceğinin irdelenmesi gerekli olacaktır.
Kast Ve Taksir Ayrımı
Kast ve taksir ayrımının geçmişi uzun yıllara yani, Roma hukukuna dayanmakta olup, Ortaçağ İtalyan Hukukçuları aracılığı ile Carolina’ya, oradan da Müşterek Hukuka geçmiş olduğu gözlemlenmektedir. Son yüzyıl içinde trafik suçluluğundaki artış, endüstrileşme ve tıbbi müdahale olanaklarının genişlemesi sebebi ile de birlikte taksirli suçların niteliği görüldüğü üzere uygulamada büyük bir önem kazanmıştır.
Suçun manevi unsurlarından olan kast gibi taksirde de toplum hayatının kurallarına uyulmamasından dolayı ortaya çıkmaktadır. Ancak şu var ki en basit şekli ile taksirli suçları kasıtlı suçlara göre kıyaslarsak, kasıtlı suçlara oranla daha az önemli ve daha az tehlikeli oldukları genel olarak kabul edilir. Ancak buradan anlaşılması gereken şey kesinlikle taksirli suçların, kasıtlı suçların hafifletilmiş şekli olduğu değildir. Tam tersine taksirli suçlar, kasıtlı işlenen suçların hafifletilmiş şekli değil, tamamen onlardan bağımsız olarak var olmaktadırlar. Her iki kusur türüne de bakıldığında ise ikisinde de kanun koyucu tarafından toplumsal düzenin sağlanması için öngörülmüş olan ve toplumun tüm bireyleri tarafından uyulması zorunlu olan kurallara uyulmaması durumu meydana çıkmaktadır. Ancak şu var ki kastta uyulması zorunlu olan kurallara fail tarafından “ bilerek ” ve “ istenerek ” uyulmamaktadır. Kasti suçlarda ise failin toplum düzenine karşı olan iradesi, taksirde bu düzene karşı olan bir uyumsuzluk ve umursamazlık şeklinde karşımıza çıkmış olmaktadır. Taksirli eylemler, kasıtlı eylemlere göre tamamen bağımsız bir eylem türü olduğunu az önce açıklamış olmakla birlikte, tartışmasız onlar da “ fiil ” üst kavramı içerisinde değerlendirilmektedirler. Kasıtlı suçlarda amaç, failin isteklerinin gerçekleşmesidir. Bu tarz suçlarda gerçekleşmekte olan sonuç, failin isteklerinin egemen olduğu ve yönlendirdiği sonucudur. Buna karşılık taksirli davranışlarda ise; yalnızca objektif hareket söz konusudur, onu bir amaca yönlendiren istek, irade dışarıda bırakılır. Sonucun şu seviyeye gelmesi failin iradesinden kaynaklanmaz, tam aksine gerçekleşen sonuç yalnızca failin davranışının talihsiz bir sonucudur. Failin kaçınılamayan bu sonuca neden olmasının temelinde, yeterli bir şekilde göstermesi gereken özen ve dikkati göstermemesi yer almaktadır. Dikkat, davranışın sonuçlarını iyi anlama, kavrama ve söz konusu davranış ile bir suça sebebiyet verebileceğini düşünme yeteneği olarak tanımlayabiliriz. Kastı taksirden ayıran en önemli nokta; birincisinde iradenin hem davranışa hem de sonuca yönelik olması iken ikincisine baktığımızda ise sadece davranışa yönelik olması hususudur. Kastta failin iradesini belirlerken suçun kanuni tanımındaki unsurların tümüne yönelik olduğunu esas alırız. Taksirde ise dikkatsizlik ve özensizliğin kuralların ihlaline neden olduğu açık bir biçimde gözlemlenmektedir. Burada irade sadece davranışa yönelik olmak ile birlikte hiçbir biçimde sonuca yönelik olarak karşımıza çıkmaz.
Kast ve taksiri birbirinden ayıran en önemli farkı kısaca özetlemek istersek failin gerçekleşen neticeyi isteyip istemediği şeklinde söyleyebiliriz. Gerçekleşen somut olayın özelliklerine göre, failin neticeyi hem düşünüp öngörerek hem de bu neticenin gerçekleşmesi için elinden geleni yapması, failin kasten hareket ettiğini bizlere göstermektedir. Herhangi bir somut olay bağlamında, failin neticenin oluşmasını istediğine ilişkin kesin kanıt ya da kanıtlar mevcut değil ise eylemi taksir ile işlediğinin kabul edilmesi gereklidir.
Kast ile taksiri birbirinden ayırmakta olan diğer bir önemli bir fark ise; taksirin kasta göre daha istisnai bir nitelik taşımasıdır. Ceza hukukunda temel kural, suçların kasten işlenebileceği yönünde olduğu saptanmaktadır. Ancak şu var ki kanun koyucunun öngördüğü oranda kişilerin çeşitli fiiller bağlamında taksirli olarak da sorumluluklarının doğması mümkün gözükmektedir. Gerçekleşen somut bir fiil yönünden mahkemece ilk olarak failin kasıtlı olarak hareket edip etmediğini araştırılmalı ve kastın bulunmadığı durumlarda ise o fiilin taksirli şeklinin kanunda öngörülmüş bulunması halinde taksirli sorumluluğun diğer unsurları değerlendirilmelidir.
Diğer bir yandan da her iki sorumluluk biçimi birbirinden çok farklı bir biçimde vasıflandırılmak ile birlikte, kast ve taksirin hukuki anlamının ortaya konması noktasında, bu kavramlar arasında bir boşluğa mahal verilememesi gereklidir. Bu itibarla taksirin tanımı, kesinlikle kastın tanımı ile ortak bir sınıra sahip olmakla birlikte ve kastın tanımına bağlı olması gerekir. Daha önce de yukarıda belirtmiş olduğumuz üzere taksir; kasttan faildeki iradenin, davranıştan doğacak sonucu kapsamaması, başka bir ifade ile de sonucun istenmemiş olması ile ayrılır. Bu açıdan baktığımızda ise sonucun da istenmiş olduğu olaylar bağlamında kuşkusuz taksirli değil, kasıtlı sorumluluktan söz etmek mümkündür. Ancak ne var ki bazı hal ve durumlarda sorumluluğun hangi esasa göre belirleneceği hususu bir tereddüt yaratabilir. Söz konusu olan bu tereddüt özellikle, sonucun istenmemiş olması ile birlikte öngörülmüş olduğu bilinçli taksirin varlığı halinde kendini gösterir.
TAKSİRİN GERÇEKLEŞME ŞEKİLLERİ VE TAKSİRLİ SUÇLARDA SORUMLULUK
Taksirin Gerçekleşme Şekilleri
765 sayılı eski Türk Ceza Kanunun 455. Maddesinin 1. Fıkrası ile 459. Maddesinin 1. Fıkrasında taksir, tedbirsizlik, dikkatsizlik, meslek ve sanatta acemilik ile nizamlara, emirlere ve talimata riayetsizlik olarak belirtilip kanun koyucu tarafından hüküm altına alınmaktaydı. Yeni Türk Ceza Kanunun 22. Maddesinin 2. Fıkrasına baktığımızda ise, taksir “ dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık ” olarak ele alınıp tanımı yapılmıştır. Yani özetleyecek olursak, 765 sayılı Türk Ceza Kanunundaki “ tedbirsizlik ya da dikkatsizlik veya meslek ve sanatta acemilik ya da nizamat, evamir ve talimata riayetsiz ” ibarelerine yüklenmekte olan anlam, yeni kanunda “ dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlali ” ibaresi ile ifade edilmiştir. Şimdi bunları kısaca inceleyecek olursak;
Dikkat Yükümlülüğüne Aykırılık (Dikkatsizlik)
Dikkatsizlik olumlu bir harekette bulunmak sureti ile gösterilmesi gereken özenin gösterilmemesi olarak tanımlayabiliriz. Tam burada psikolojik olarak olumlu bir hareket ile beraber gösterilmesi gereken dikkat, ortak deneyimin gerektirmiş olduğu dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranılması suretiyle gerçekleşir.
Özen Yükümlülüğüne Aykırılık (Tedbirsizlik)
Özen yükümlülüğüne aykırılıksa belirli bir sonucun meydana gelmesine engel olabilecek önlemleri almamak suretiyle ihmali tutum göstermektir. Başka bir ifade ile özen gösterildiği takdirde sakınılabilecek bir durumdur.
Taksirli Suçlarda Sorumluluk
Eğer bir suçta taksirin var olduğu iddia edilmekte ise taksirin her suçta kanıtlanması lazım olmaktadır. Kanunda taksirin herhangi bir karinesi yoktur. Taksirin gerçekleşen her somut olayda kanıtlanması zorunlu olmazsa, taksirden sorumluluk için yalnızca maddi nedensellik yeterli olur ve fail ile eylemi arasında psikolojik bağını varlığını aramaya bu sayede gerek kalmaz. Bu durum da kusurlu sorumluluğun sonu anlamına gelmiş olmaktadır. Taksirin varlığı için, istenmeyen zararlı sonuçları önlemeye yönelik davranış kurallarının ihlal edilmesi gerekir. Söz konusu olan bu kurallar yazılı davranış kuralları ve yazılı olmayan davranış kuralları olmak üzere ikiye ayrılır. Yazılı davranış kuralları yetkili makamlar tarafından konulan düzen, emir ve talimatlar şeklinde karşımıza çıkmış olmaktadır. Ancak şu var ki bu kuralların mutlaka resmi otorite tarafından konulması gerekmez. Yazılı olmayan davranış kuralları ise dikkatli ve özenli olmak ile ilişkili olan sosyal kurallardır. Anılan bu kurallar genel ve bilimsel teknik deneyimden kaynaklanıp ortaya çıkmaktadır. Taksirli sorumluluğa sebep olmuş olan yazılı olmayan davranış kurallarının, objektif bir niteliğe sahip olması gerektiğinden bu koşulu ararız. Tüm bunlara ek olarak; failin sorumluluğunun öngörülebilirlik ve önlenebilirlik kriterleri kapsamında belirlenmesi gerekir. Ancak emirlere, nizamlara uymamak şeklinde özel özensizlik halleri söz konusu olup gündeme gelmiş olduğunda önemli olan husus failin eyleminin sonuçlarını öngörmüş olup olmadığı değildir, sadece failin davranışında zorunlu tedbir kurallarına yani demek istenen şey; bir tehlikeyi ortaya çıkmadan önce gidermek için konulmuş olan yazılı davranış kurallarına uyup uymadığı saptanarak bu durum incelenir. Burada da yani emirlere ve nizamlara uymamaktan doğan taksirli sorumlulukta, herhangi bir ihlalin tespiti yeterli olmak ile birlikte, sorumluluğun ihlalden doğan bütün sonuçları kapsayacak şekilde genişletilmemesi gerekmektedir. Bunun sebebi buradaki söz konusu ölçüt, “ normun konuluş amacı ” dır. Başka bir deyiş ile açıklayacak olursak taksirli sorumluluğun sınırını, gerçekleşmiş olan ihlalin olası tüm sonuçları değil, bunun tersine bizzat ihlal edilen normun gerçekleşmesini önlemek amacında olduğu belli sonuçları ve sınırları çizmektedir.
Taksir ile işlenmiş olan suçlardan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir. 765 sayılı eski Türk Ceza Kanununda failin kusuru 8 ( 8/8 yani tam kusur ) üzerinden hesaplanmaktaydı. ( başka bir örnek ile 5/8 kusurlu gibi ) Ancak yeni Türk Ceza Kanununa bakmış olduğumuzda bu eski usulden vazgeçildiği görülmektedir. Taksir ile işlenmiş olan suçlardan dolayı kusur değerlendirmesi, olayı inceleyen hâkim tarafından yapılabilir. Bu sebepten ötürü de taksirden dolayı kusurluluğun matematiksel olarak ifadesi ( yani derecelendirilme sistemine tabi tutulmuş olması ) yeni kanunda uygun görülmediği için bu eski usul terk edilmiştir. Ancak ne var ki yine hâkim tarafından yapılacak bir kusur değerlendirmesi sonucunda, suçun cezasında sadece belli bir oranda indirim yapılabilmektedir. Somut olaydaki kusurun ağırlığı hâkim tarafından incelenip belirlenir. Hâkim, olayın özellikleri ve teknik verilerin çerçevesinde somut olaya bakıp inceleyerek failin kusurlu olup olmadığını takdir eder. Ancak; hâkim özel ya da teknik bilgi gerektiren konularda bilirkişiye başvurabilmesi imkânı da kendisine tanınmıştır. Fakat şunun önemle belirtmemiz gerekir ki hukuki konularda hâkimin bilirkişiye başvurma yasağı vardır. Ancak ve ancak gerçekten teknik bilgi ve uzmanlık gerektiren konularda bilirkişiye başvurma imkânı vardır. Bilirkişinin de bu somut olayı içeren dosya üzerinden yapacağı inceleme de işin tekniği ile sınırlı olacaktır. Yine bunun altını önemle çizip belirtmemiz gerekir ki günümüzde özellikle de son zamanlardaki bilirkişi raporlarında görüleceği üzere bilirkişiler bazen yetki sınırlarını aşarak hukuki konularda da görüş ve değerlendirmelerini belirtiyorlar fakat bu son derece yanlıştır. Bilirkişi görevlendirilmiş olduğu dosya hakkında münhasıran hâkimin yetkisinde bulunan kusurluluk konusunda herhangi bir değerlendirme yapamaz, yapmış olsa dahi bu hakim tarafından dikkate dahi alınamaz.
Birden fazla kişinin taksir ile işlemiş olduğu suçlarda da her fail kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Türk Ceza Kanunun 22. Maddesi 5. Fıkrası uyarınca her failin cezası somut olayda var olan kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir. Çünkü bilindiği üzere taksirli suçlara iştirak mümkün değildir. Diğer bir yandan taksirli suçlara teşebbüs de mümkün değildir. İncelendiğinde görüldüğü üzere taksirli suçlar bakımından kanunda öngörülen cezalar, kasıtlı suçlara göre daha azdır. Ayrıca; Türk Ceza Kanunun 22. Maddesinin 6. Fıkrasında da taksirli hareket sonucu neden olunan neticenin münhasıran fail olan kişinin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak şekilde mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmeyeceği hükme bağlanmıştır. Ancak şunu belirtmemiz gerekir ki bu hüküm bilinçli taksir halinde uygulanmaz. Bilinçli taksir durumum ortaya çıkması durumunda cezadan belli bir oranda indirim yapılabileceği konusunda hâkime takdir hakkı tanınmıştır.
Taksirle Yaralama Suçu Ve Cezası
Taksirle yaralamaya neden olma suçu, kasten yaralama suçundan bağımsız bir suç olmak ile birlikte fail yaralama sonucunun meydana gelmesini istememektedir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz üzere göstermesi gereken dikkat ve özeni göstermediğinden dolaylı olarak bu netice meydana gelmiş olmaktadır. Taksirle yaralamanın kusurluluk türünün farklı bir sınıflandırmaya tabi olmuş olması kasten yaralama yanında bağımsız bir suç olarak ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Taksirle insan yaralamada, kasten insan yaralamadan farklı olarak, failde yaralama neticesine yönelik olarak doğrudan ya da olası kast bulunmamaktadır. Fail objektif özen yükümlülüğüne aykırı hareket etmesi sebebi ile öngörülebilir ve önlenebilir yaralama neticesini öngörmediği ve önlemediği için dış dünyada gerçekleşmiş olan yaralama neticesinden dolayı sorumludur.
Taksirle yaralama suçu, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun özel hükümler kitabında, kişilere karşı suçlar bölümünde 89. maddede kanun koyucu tarafından hüküm altına alınmıştır. (1) Taksir ile başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. (2) Taksirle yaralama fiili, mağdurun; a) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına, b) Vücudunda kemik kırılmasına, c) Konuşmasında sürekli zorluğa, d) Yüzünde sabit ize, e) Yaşamını tehlikeye sokan bir duruma, f) Gebe bir kadının çocuğunun vaktinden önce doğmasına, neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza, yarısı oranında artırılır. (3) Taksirle yaralama fiili, mağdurun; a) İyileşmesi olanağı bulunmayan bir hastalığa veya bitkisel hayata girmesine, b) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine, c) Konuşma ya da çocuk yapma yeteneklerinin kaybolmasına, d) Yüzünün sürekli değişikliğine, e) Gebe bir kadının çocuğunun düşmesine, neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza bir kat artırılır. (4) Fiilin birden fazla kişinin yaralanmasına neden olması halinde, altı aydan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (5) Taksirle yaralama suçunun soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlıdır. Ancak, birinci fıkra kapsamına giren yaralama hariç, suçun bilinçli taksirle işlenmesi halinde şikâyet aranmaz.
Kanunda ilgili maddeden de net bir şekilde anlaşılacağı üzere taksirle insan öldürme suçunun unsurlarının birisi dışında kasten insan yaralama suçunun unsurlarının aynısıdır. Her ikisi arasındaki farklılık ise suçun manevi unsuru bakımından kaynaklanmaktadır. Taksirle yaralamada, kasten yaralamadan farklı bir şekilde failde yaralama neticesine yönelik doğrudan ya da olası kast bulunmamaktadır. Fail, somut olayda objektif özen yükümlülüğüne aykırı hareket etmesinden dolayı öngörülebilir ve önlenebilir yaralama neticesini öngörmediği için, gerçekleşen yaralama neticesinden dolayı sorumlu tutularak ceza verilmektedir. Taksirle yaralama suçu 765 sayılı Türk Ceza Kanunun 459. Maddesi, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 85. Madde de yer almakta ve iki hüküm arasında farklılıklar bulunmaktadır. Taksirle yaralama bakımından iki yasa arasındaki en önemli farklılık ise eski kanunumuzda tedbirsizlikle ölüme sebebiyet başlığı altında, taksirin şekilleri sayılarak belirlenen taksirle yaralama suçunun, doğrudan taksir kelimesi kullanılmak suretiyle 89. maddede ortaya konulmuş olmasıdır. 765 sayılı Türk Ceza Kanununda taksir tanımına yer verilmemiş olduğu gözükmektedir ancak buna rağmen taksirin unsur ve kalıplarına yer verilmişti. Bunlar; tedbirsizlik, dikkatsizlik, meslek ya da sanatta acemilik, nizamet ve emir ve talimata riayetsizlik şeklinde teker teker sıralanmıştı. Eski kanundan ikinci farklılık, ceza noktasında olmuştur. 765 sayılı Türk Ceza Kanunun 459. maddesinde suçun cezası “ 3 ay dan 20 aya kadar ”şeklinde belirlenip hüküm altına alınmış bulunan ceza, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 89. maddesinde cezalar artırılarak fiilin birden fazla kişinin yaralanmasına neden olması durumu meydana geldiğinde altı aydan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunur olarak öngörülmüştür.
Taksirden kaynaklanan bir kusurun belirlenmesi normatif bir değerlendirmeyle mümkün olmakla birlikte, somut olayda dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlâl edilip edilmediğinin belirlenmesi açısından bilirkişi incelemesi yaptırılabilir. Örnek verecek olursak, ölümle sonuçlanmış olan bir ameliyat sırasında hastaya yapılan tıbbi müdahalenin tekniğine uygun olarak yapılmış olup olmadığının tespit edilmesi açısından bilirkişi incelemesine gerek bulunduğu çok açık ve net bir şekilde görünmektedir. Bunun yanında, ölüm ya da yaralanma ile sonuçlanan bir trafik kazasında, sürücülerin trafik kurallarına uyup uymadıklarının, hangi trafik kuralının ise ne suretle ihlâl edildiğinin, trafiğe çıkarılan aracın teknik bir bakımdan herhangi bir arızasının olup olmadığının belirlenmesi açısından da bilirkişi incelemesi yaptırılması doğru bir yol olacaktır. Ancak bu durumlarda yukarıda da ele alıp açıkladığımız üzere bilirkişinin yapacağı inceleme işin tekniği ile sınırlı olmalıdır.
Yaralama suçunun en temel şekli 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 86. Maddesinin 1. fıkrasında tanımlanarak hüküm altına alınmıştır. Türk Ceza Kanununun 89. Maddesinin 1. fıkrasında da yaralama suçunun bu en temel şeklinin taksirle gerçekleştirilmesi yaptırım altına alınmıştır. 89. maddenin 2 ve 3. fıkralarında ise 87. maddede düzenlenen neticesinden dolaylı olarak ağırlaşan yaralama hallerinin taksirle gerçekleştirilmesi yaptırım altına alınmıştır. Türk Ceza Kanununun 89. maddenin kapsamı içerisinde bulunan yaralama fiilleri; 86. maddenin 1. fıkrası ile 87. maddenin 1., 2. ve 3. fıkralarındaki fiillerdir. Bundan başka olarak da birden fazla kişinin yaralanması da anılan madde içerisindedir. 89/1. maddenin karşılığı 86/1, 86/2. madde; 89/2. maddenin karşılığı 87/1-3 ve 89/2. maddenin karşılığı da 87/2. Maddedir.
Türk Ceza Kanunu 89. maddenin ilk fıkrasındaki düzenleme karşısında aslında 86. Maddesinin 2. fıkrasındaki basit bir tıbbi müdahaleyi gerektiren ölçüdeki yaralamanın öngörülüp öngörülmediği konusuna baktığımızda öğretide tartışmalı durumda olduğunu görürüz. Türk Ceza Kanunun 89. Maddesinin 1. fıkrasında taksirle yaralama bakımından 86. Maddesinin 1. Fıkrasındaki en temel yaralama şekli baz alınmış olmakla beraber, yaralama eyleminin etkisinin basit bir tıbbi müdahaleyle giderilebilecek ölçüde hafif olması hali de bundan ayrı olarak düzenlenmemiştir. Yaralama suçundaki fiilin etkisinin basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif olması halini vasıflandırırsak o da bir “ yaralama ”dır ve 89. Maddenin 1. fıkrası kapsamındadır. Ancak ne var ki kanun koyucu taksirle yaralama açısından bu hal ve durumlar için daha az bir ceza öngörmeyi gereksiz görmüş; yani diğer bir deyiş ile 89. Maddenin 1. fıkrasında düzenlenip hüküm altına alınan yaptırımı görüyoruz ki bu hal için de geçerli kabul etmiştir. Taksir ile yaralamanın esas şeklinin kovuşturulmasının şikâyete tabi olması da bu hâl için ayrı bir düzenleme yapılmamasında bir etken olduğu görülmektedir.
Suçla Korunan Hukuki Değer
Suç ile korunmakta olan hukuki değer kısaca beden bütünlüğü ya da vücut dokunulmazlığıdır. İfade ettiğimiz bu kapsama bireyin beden, akıl ve ruh sağlığı koruma altına alınmak istenmiştir. Koruma fizyolojik ya da psikoloji ihlallere karşı da söz konusu olarak koruma altına alınmaktadır. Beden bütünlüğü ya da vücut dokunulmazlığı vazgeçilmez bir değer olarak, ulusal ve uluslararası tüm hukuki kuralları ile birlikte koruma altına alınmıştır. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi vb. pek çok uluslararası belge, bu hakkı ve dokunulmazlığını vurgulayarak koruma altına almıştır. İnsan yaşamının dokunulmazlığı ceza yasaları ile koruma altına alınmaktadır. Beden bütünlüğü ya da vücut dokunulmazlığı, kişisel olduğu kadar, toplumsal bir değer de taşımaktadır. Bu anlattığımız sebeplerle de, beden bütünlüğü ya da vücut dokunulmazlığı ihlâline yönelik eylemler, taksirli de olmuş olsa, daima yaptırım ile karşılanmaktadır.
Suçun Mağduru
Her suçta en az bir fail olduğu gibi bir de mağdur vardır. Mağduru suçun konusunun ait olduğu kimse olarak tanımlayabiliriz. Diğer bir yandan belirtmemiz gerekir ki sadece gerçek kişiler suçtan mağdur olabilir. Tüzel kişiler ise ancak suçtan zarar gören konumunda olabilirler. Taksirle yaralamaya neden olma suçunun mağduru da yalnızca bir insan olabilir. Bu suç ile korunmak istenen hukuki değer yaşama hakkı olduğuna göre, suçun işlendiği anda mağdurun hayatta olma koşulunu aramaktayız. Hayatta olma kavramı, canlı bir şekilde doğmayı gerektirdiği gibi, suça sebebiyet vermiş olan hareketlerin yapıldığı sırada yaşıyor olmayı da zorunlu kılar. İnsanın fiziki özelliklerinin taksirle yaralama suçu bakımından önemi yoktur. Mağdurun cinsiyeti, ırkı, dili, dini, sağlık durumu suçun oluşmasına etkili olmaz ve bir neden olarak da gösterilemez. Yaşayan canlının “ insana benzememesi ” ya da “ hilkat garibesi ” olması ihtimalinin gündeme gelmesinde bile, taksirle yaralamaya sebebiyet verilmesi suçun oluşmasına yeterli bir sebep teşkil edecektir. Buna karşılık da cenin, ana rahminden çıkarak ayrı bir varlık haline gelinceye kadar öldürme suçunun mağduru olamamaktadır. Bu suç bakımından baktığımızda özellikle bebekler için mağdurun doğmuş ve sağ olması şarttır. Bunun aksi halinde, hamile kadına karşı taksirli bir eylemde bulunulmuş olsa ve bunun neticesinde çocuk ölü doğmuş olsa burada çocuğa karşı işlenmiş bir taksirle öldürme suçu bulunmamaktadır. Ancak Türk Ceza Kanunun 89. Maddesinin 3-e madde ve fıkrasında düzenlenen yaralama suçunu oluşturur. Burada mağdurun yaşı ya da sağlık durumunun da bir önemi yoktur.
Suçun Faili
Ceza hukukunda hareket yeteneği insana özgülenmiş olan bir özelliktir. Bu sebep ile hayvan ya da eşyanın veya ölü kimselerin hareket yeteneği doğal olarak bulunmamaktadır. Çünkü iradi olarak hareket yeteneği sadece insanlarda olan bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu neden ile de ancak ve ancak insanlar suç faili olabilirler. Ceza normunda suçun failini göstermek için “ her kim, kimse, bir kimse, kişi ” terimleri kullanılmaktadır. Bu ifade tarzı ile ilgili olarak suçun herhangi bir kimse tarafından işlenebileceğini göstermektedir şeklinde bir yorum yapabiliriz. Taksirle yaralama suçu özgü suçlardan ( sadece belirli nitelik ve özelliklere sahip kişiler tarafından işlenebilen ) olmadığından dolaylı olarak bu suçun faili herkes olabilir. Çünkü kanun “ taksir ile bir başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına sebep olan kişiden” bahsetmiştir. Suçun faili bakımından herhangi bir özellik arz eden durum olmadığından dolayı bu suçun faili herkes olabilir şeklinde baz almaktayız.
TAKSİRLE YARALAMA SUÇU UNSURLARI
Taksirle yaralama suçunun unsurları birisi dışında kasten yaralama suçunun unsurlarının aynısı olduğundan yukarıda daha önceden de bahsetmiştik. Her ikisi arasındaki farklılık, suçun manevi unsuru bakımındandır. Taksirle yaralama suçunda, kasten yaralamadan farklı olarak, failde yaralama neticesine yönelik doğrudan ya da olası kast bulunmamaktadır. Fail, burada objektif özen yükümlülüğüne aykırı hareket etmesi nedeniyle öngörülebilir ve önlenebilir ölüm neticesini öngörmediği için, gerçekleşen yaralama neticesinden dolayı sorumlu tutulup cezalandırılmaktadır.
Ceza Genel Kurulunun birçok kararında görüldüğü, vurgulandığı ve öğretide de benimsendiği üzere taksirli suçların unsurları şunlardır:
- Fiilin taksirle işlenebilen bir fiil olması,
- Hareketin iradi olması,
- Sonucun fail tarafından istenmemesi,
- Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,
- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen fail tarafından öngörülmemiş olması.
Hareket
Suçun maddi unsurunu oluşturan hareketler, Türk Ceza Kanunu 89. Maddesinin 1. Fıkrasında bir başkasının vücuduna acı verme veya sağlığın ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olma biçiminde seçimlik hareketli bir suç olarak gösterilmiştir. Genel olarak seçimlik hareketler birçok olayda bir arada bulunabilmekte ise de, vücuda acı veren bir hareket her zaman sağlığın bozulmasına yol açmış olmayabilir. “ Vücuda acı verme ”, beden bütünlüğünü önemsiz olmayan biçimde bozan her türlü hareket olarak bir çerçeve içine alabiliriz. Buna göre de “ acı verme ” den; mağdurda failin fiiline de bağlı olarak meydana gelmiş olan az ya da çok duyulan her türlü fiziki acı anlaşılmalıdır. Bundan yola çıkarak acı veriyorsa “ itelemek ” de bu kapsam içine girmektedir. Bazı birtakım ceza kanunlarında “ bedeni zarar ” tabiri kullanıldığı halde, kanunumuz “ acı verme ”, “ sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olma ” kavramlarını benimsemiş olduğu görülmektedir.
Vücuda doğru olan bir etkinin belirli bir ağırlığa ulaşması gerekir. Bunun belirlenmiş olmasında mağdurun sübjektif duyarlılığı değil, objektif bir gözlemcinin değerlendirmesi de esas alınır. Şayet vücuda yönelik olan bir etki, “ basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif ise ” bu daha az cezayı gerektiren bir nitelikli hal olarak Türk Ceza Kanunu 86. Maddesinin 2. Fıkrası uyarınca kabul edilmiştir. “ Sağlığın bozulmasına neden olma ”, süresi ne olursa olsun patolojik bir durum ortaya çıkarmak ya da bu şekilde bir patolojik durum önceden varsa bunu artırmaktır. Bunun tıbbi bir anlamda bir ” hastalık ” ortaya çıkarmış olması durumu aranmamaktadır. Bu duruma örnek verecek olursak, HIV taşıyıcısının bir başka kişiye bunu bulaştırması “ sağlığı bozma ” şeklinde vasıflandırılır. Bu suçun oluşması için de HIV virüsünün bulaştırılması yeterli olmakla birlikte, ek olarak bunun AİDS hastalığına yol açmış olup olmaması önem taşımamaktadır. Sağlığın bozulması kavramı kişinin sağlık durumunun ihlal edilmesi, patolojik bir durumun yaratılması ya da derecesinin arttırılması şeklinde anlaşılması gerekir. Bu sebepten ötürü de bir kişinin sağlık durumunun daha kötüye gitmesine neden olması d bu kavram kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Sağlığın sürekli bozulması gerekli bir durum olmayıp, sağlığı geçici olarak bozan eylemler de bu kavramın içine dâhil edilmektedir. Mağdurda herhangi bir fiziki acı olmadığı halde sağlığı ihlal edilmiş de olabilir. Bu nedenden ötürü rıza ile cinsel ilişki sonucu zührevi bir hastalığı bulaştırmak da acı vermediği halde sağlığın bozulmasına yol açar.
Taksirli fiil, failin özgür iradesinin bir ürünü olmalıdır. Diğer bir yandan fail kendi kişisel yetenekleri, idrak gücü, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar itibari ile objektif olarak mevcut bulunan özen yükümlülüğünü öngörebilecek durumda olması gerekir. Söz konusu olan eylem bizzat fail tarafından gerçekleştirilebileceği gibi, bir başkası tarafından gerçekleştirilebilir. Bir başkası tarafından gerçekleştirilen eylem sebebi ile failin kusurlu bulunması halinde de fail sorumlu olur.
Taksirli suçun icrai bir hareketle işlenmesi durumunda ( örnek verirsek, hız kuralını ihlal ederek aşırı hız yapma, cerrahın ameliyatta hastalıklı organizmayı çıkarırken acemilikle siniri kesmesi vb. ) kısaca belirtmek gerekir ki eğer failin söz konusu eylemi olmasaydı netice meydana gelmeyecekti denebiliyorsa, hareket ile netice arasında nedensellik ilişkisi var demektir. İhmali hareketle işlenen suçlara baktığımızda ise, netice harekete bitişiktir. Bu nedenden ötürü de illiyet bağının varlığı kolay anlaşılmaktadır.
Failin herhangi bir kusuru olmadan başlayan bir illi davranış serisi karşısında, hareketsiz kalması sebebiyle meydana çıkan neticeden failin sorumlu tutulabilmesi için kendisinden beklenilen davranışta bulunmasının fail açısından hukuki bir yükümlülük olması lazım olmaktadır. Söz konusu bu yükümlülük salt ahlaki yükümlülük değildir. Fakat ahlaki yükümlülüklerden bazılarına hukuk düzeni tarafından da yükümlülük olarak değer verildiği görülmektedir. Diğer bir anlatımla fail, kendisine hukuk düzeni tarafından emredilen icrai bir hareketi yapmayarak bu sonuca yol açmış bulunmaktadır. Hukuki yükümlülüğün kaynağı ya da sözleşme ( Örnek verecek olursak cankurtaranın boğulanı kurtarma görevi, tedavi sözleşmesi gereği hekimin yükümlülüğü vb. ) olabilir. Bu sebepten tipik olarak verilen örneklerden biri olan denizde boğulan kişiye yardım etmeyen cankurtaranın menfi davranışları ile netice arasındaki illiyet bağının varlığı için kurtarma biçimindeki icrai harekette bulunma yükümlüsü olduklarının da tespitinin yapılması gerekir.
Bir veya daha fazla kişi tarafından gerçekleştirilen faaliyetlerde, taksirin varlığına ilişkin bir denetleme her failin kendi faaliyetine ilişkin kurallara uyup uymadığı açısından yapılması lazımdır. Çünkü bu tür çalışmalarda, her birey diğer kişilerin doğru davrandığına güvenmek zorundadır. Ancak şu var ki failin bu tarz bir çalışmada başkalarının davranışlarını denetleme yükümlülüğünün ya da yanlış davranışı fark edip müdahale etmesi olanağının bulunması halleri bunun dışında kalmaktadır.
Ölüm sonucunun, taksirli harekete başka nedenlerin de katılması ile birlikte meydana geldiği hal ve durumlarda ise fail taksirle ölüme sebebiyet suçundan değil; ancak, taksirle yaralamaya sebebiyet suçundan sorumlu tutulmaktadır. Nitekim Yargıtay, taksirli hareketle yaralanan mağdurun yirmi dokuz gün sonra hastanede ölmüş olduğu bir olayda, ölümün bacaktaki açık yaranın ameliyattan sonraki bakım sürecinde ortaya çıkan mikrop toksinlerinin kana karışmasıyla meydana gelmesiyle birlikte taksirle yaralamaya ilişkin hükmün uygulanması gerektiğine karar verilmiştir. Taksirli hareket olmasaydı, söz konusu olan bu sonuç meydana gelmeyecekti ve ayrıca bu sonuç da yapılan hareketin doğal sonucudur denilebiliyorsa eğer burada bir nedensellik bağı mevcuttur diyebiliriz. Fail gerekli olan tüm dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirse bile, yine de istenmeyen netice gerçekleşecek ise, bu durumda failin taksirli bir suçtan sorumlu tutulabilmesi mümkün olamayacaktır.
Tipiklik
Taksirin istisnaî bir nitelik taşıdığını daha önceden de belirtmiştik. Nitekim şu var ki bir suçun söz konusu olduğu hallerde, kanuni tanımda kastın aranacağına ilişkin bir hüküm olmasa bile kast bulunmak ve aranmak gerektiği halde, taksirli fiillerin cezalandırılmaları kanunda açık bir hüküm bulunmasına bağlı kılınmıştır. Taksirin istisnaî bir sorumluluk şekli olduğu kuralını şöyle açıklamak mümkün: Taksirle “ fiil “ kavramından az ya da çok uzaklaşıldığı gözlemlenmektedir. Kasıtlı hareket etmek ile taksirli hareket etmek arasında bir farkın mevcut olmadığı iddia edilemez. Bir insanın öldürülmesi ( kasten öldürme ) ile bir insanın ölmesine sebep olma tabi ki aynı şey değildir. Birincisinde, irade bilinç içinde kalan bir amaca yöneldiği görülmektedir. Ne var ki taksirde failin iradesi suç teşkil eden bir neticeye yönelmemiş olduğundan dolayı kanun, dikkat ve özen görevinin bulunabileceği hal ve durumlarda taksirli fiilleri cezalandırmıştır.
Şunu önemle belirtmemiz gerekir ki kanunda suç olarak düzenlenmemiş olan bir taksirli eylem cezalandırılamaz. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda sadece öldürme ( m.85 ), yaralama ( m.89 ), iflas ( m.162 ), genel güvenliğin tehlikeye sokması ( m.171 ), atom enerjisi ile patlamaya neden olma ( m.173/2 ), trafik güvenliğini tehlikeye sokma ( m.180 ) çevreyi kirletme ( m.182 ), askeri tesisleri tahrip ( m.307/3 ), savaş zamanı yükümlülüklerin yerine getirilmeme ( m.322/2 ), devletin güvenliğine ilişkin bilgileri açıklama ( m.336/3 ) ve casusluk ( m.338 ) suçlarının taksirli biçimlerinin cezalandırılmasını öngörmüştür. Bu neden ile de bir suçun taksirle de işlenebileceği ve böylece cezalandırabileceğinin kabul edilebilmesi için kanunda açık bir düzenleme yapılmış olmasının gerekli olduğunun çıkarımını rahatlıkla yapabiliyoruz. Bu hüküm 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 22. Maddesinin 1. fıkrasında net bir şekilde gösterilmiştir. Bu duruma örnek verecek olursak, mala zarar verme suçu doğrudan kast ya da olası kast ile işlenebilen bir suç olarak karşımıza çıkar ve kanunda bu suçun taksirle işlenmesi hususu suç olarak düzenlenmemiş olduğundan, bir kimse diğerinin malına taksirle zarar verirse suç işlemiş olmaz ancak haksız fiilden dolayı bir sorumluluğunun doğması söz konusu olur.
Hukuka Aykırılık
Hukuk sadece fiil ile ilgilenmediği gibi, sübjektif boyutla da yetinmez. Hukuka aykırılık manevi unsurun da bulunması koşulu ile birlikte, suç ile hukuk düzeni arasındaki çatışmayı ifade eder. Hukuka aykırılık suç ile hukuk düzeni arasındaki çelişki olarak karşımıza çıkar. Ortada ihlal edici bir davranış bulunmadığında ödeve aykırılık bilinci ya da belirli bir davranış ya da neticenin gerçekleştirilmesine yönelik irade mevcudiyeti yeterli olamamaktadır. Bir suçun oluşması da eylemin hukuka aykırı olmasına bağlı olmaktadır. Suçun unsuru olan hukuka aykırılığı ortadan kaldıran ve Türk Ceza Kanunun 24. maddeleri ile devamında yer almış bulunan hukuka uygunluk nedenleri, tüm suçlar bakımından söz konusu olan genel nitelikteki hükümlerdir. Taksirli suçlar bakımından da hukuka uygunluk nedenlerinin ortaya çıkması güç gibi gözüküyor olsa da hiçbir zaman olanaksız değildir. Örnek verecek olursak, bir deniz kazasında hayatını kurtarmak isteyen kimse, ufak bir sandal görüp de buna tırmanmak istese, ancak sandal bu yüke dayanamayıp devrilse ve sonrasında sandaldaki insanlar denize düşüp boğulmuş olması olayında hukuka uygunluk nedenlerinden olan zorunluluk hali bulunmaktadır.
Esasında meşru müdafaa ile işlenen suçlara baktığımızda, kasten işlenmiş olan suçlara karşı saldırıya maruz kalan kişinin göstermiş olduğu iradi ve zorunlu bir tepki olarak karşımıza çıkar. Bu sebepten ötürüdür ki kural olarak savunmaya yönelik fiiller bilerek ve istenerek, yani demek istenen şudur ki kasten gerçekleştirilir. Bu sebep ile meşru müdafaa halinde taksirle yaralama istisnai hal ve durumlarda söz konusu olabilir. Bu duruma örnek vermek istersek eğer, kendisine silah ile ateş edip öldürmek isteyen hasmına ateş etmek amacı ile tabancanın ağzına mermi verdiği sırada kaza ile tabancanın ateş alıp yanında bulunan bir şahsın isabet alarak yaralanması halinde bu şahsa yönelik olan eylemi sebebi ile taksire dayalı olarak bir sorumluluğa tabi tutulabilir.
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu hükümlerine göre bir meşru müdafaa hal ve durumunda taksirle öldürme suçları, meşru müdafaada sınırın aşılması ve meşru müdafaa koşullarının varlığında hata halinde söz konusu olup karşımıza çıkabilmektedir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 27. Maddesinin 1. Fıkrası uyarınca öngörmüş olduğu olasılık, hukuka uygunluk sebeplerinin sınırlarının taksir ile aşılmasıdır. Fail bir hukuka uygunluk nedeninin sınırlarını aşmakta ise de, bunu bilerek ve isteyerek yani bunun ile demek istenen kasten yapmamakta olup ancak sınırı aşmış olması dolayısıyla kusurlu sayılabilmektedir. Bu durumda failin işlemiş olduğu suçun cezası verilecek fakat cezası da böylelikle indirilecektir. Belirtilen söz konusu bu fıkranın uygulanabilmesi için ilk olarak;
- Ortada hukuka uygunluk nedenlerinden birisinin tüm koşulları ile bulunması gereklidir. Şayet, somut olayda hukuka uygunluk nedeni yoksa sınırın aşıldığından bahsetmekte de mümkün değildir.
- Failin, hukuka uygunluk nedenlerinde sınırı aşmış olması lazımdır.
- Sınır kasten değil de taksir ile birlikte aşılması gerekir. Eğer, sınır kasten aşılır ise fail suçun tam cezası ile cezalandırılır.
- Sınırın taksir ile aşılması suretiyle işlenen suç, taksirle işlendiğinde de cezalandırılan bir fiil olmalıdır. Şayet işlenen suç ancak kastın bulunduğu takdirde cezalandırılabilen bir suç niteliğinde ise, faile ceza verilmeyecektir.
Hukuka uygunluk nedenlerinde sınırın taksir ile aşılıp aşılmadığı hususu hukuka uygunluk sebebinin niteliğine ve somut olayın özellik ve koşullarına göre tespit edilerek saptanır. Haksız saldırıda bulunan kimseye yönelmiş olan meşru savunma bakımından taksirli sayılmayabilen bir aşılma esasta kusursuz bir kişinin zarara uğratılmasını belirten zorda kalış durumu açısından bakarsak eğer taksirli sayılabilir. Çünkü bu gibi hal ve durumlarda failden çok daha büyük bir özen göstermesi kendisinden beklenir. Özellikle de kolluk görevlilerinin silah kullanmalarına imkân veren kanunun hükmünü yerine getirme hallerinde taksiri tespit ederken, görevin gereklerini ve görevlinin somut olay bazında içinde bulunacağı ruh halini göz önünde bulundurmak gerekir. Kolluk görevlisi araç hususunda değil de amaç konusunda sınırı aşmış ise artık hukuka uygunluk nedeninin de dışına çıkılmış olacağından, fail anılan suçunun tam cezası ile cezalandırılmış olacaktır.
Kusurluluk
Failin suçtan sorumlu tutulabilmesi için, ceza normunda yasaklanan fiilin sadece gerçekleştirilmesi yetmez, bunun yanında da haksızlık teşkil eden bu eylem ile kişi arasında manevi bir bağın da bulunması gerekmektedir. Bu suçun manevi unsuru da taksirdir. Fail basit ya da bilinçli taksir ile neticeye sebebiyet vermiş olması gerekir. Taksirle yaralama suçunun oluşması için taksirin, basit ya da bilinçli taksir olması herhangi bir farklılık arz etmemektedir. Diğer bir yandan da taksir türünde ki farklılık, cezanın belirlenmesi aşamasına geldiğimizde önem kazandığı görülmektedir. Bilinçli taksir halinde, taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılmış olmaktadır. Sırf hareketin yapılması ve bu hareketin ölüme neden olması, suçun oluşması için yeterli bir koşul olmayıp somut olayda ise failin objektif dikkat ve özeni gösterip göstermediği, manevi unsur açısından araştırılmış olacaktır. Failin dış dünyadaki hareketi ister hafif isterse de ağır taksirli olsun, ceza hukuku açısından sorumlu olacaktır. Çünkü fail hafif taksirli de olmuş olsa, zararlı neticede hareketin nedensel bir katkısı mevcut olduğu gözlemlenmektedir.
Bilinçli taksire baktığımızda fail, normalde öngörülebileceği bir neticeyi, somut olayda da öngörmüştür. Bunu öngörmesine rağmen fail her ne kadar öngördüğü neticeyi istememiş olsa bile yine de hareketi yapmıştır. Basit taksiri ele aldığımızda ise, failin normalde öngörülebileceği bir neticeyi, somut olayda öngörmemiştir. Buna örnek verecek olursak tabancayı boş zannederek tetiğini çeken bir kimse, bir kişinin ölümüne neden olur ise öngörülebilecek neticeyi öngörmemiş olup, olayda basit taksir hali bulunmaktadır diyebiliriz. Ancak şu var ki dolu bir tabanca ile bir kişinin kafasının üstündeki hedefe ateş eden kişi, tabanca atışlarındaki ustalığına ve tecrübesine güvenerek neticeyi istememiş ise de neticeyi öngörmüş olduğundan dolayı ustalığı sayesinde neticeyi önleyebileceğine inandığı halde istenmeyen bir neticenin gerçekleşmesi olayında bilinçli taksir hali bulunmaktadır. Taksirde fail, hareketi iradi olarak gerçekleştirmiş olmakla birlikte, davranış kurallarına uymadığı için neticeyi öngörmez ve istemez. Netice fail tarafından öngörülmüş de olabilir. Ancak, diğer bir yandan da öngörme, istemenin varlığını işaret edip göstermez. Fail, neticeyi önceden öngörmüş olduğu halde de istememiş de olabilir. Failin öngörülebilir neticeyi öngörmediği hallerde, basit taksir, failin, öngörülebilir neticeyi öngörüp istemediği hallerde ise bilinçli taksir söz konusu olup gündeme gelmektedir. Fakat ne var ki fail neticeyi istemiş ise artık taksirin varlığı değil, kastın varlığı söz konusu olacaktır.
Hukuk düzeni, her bir insana bu kuralları ihlal etmemek üzere dikkat ve özen yükümlülüğü getirmektedir. Herkesin uyması gereken bu özen yükümlülüğü ile ihlal edilmemesi gereken kurallar kimi zaman yazılı hukuk metinleri olabileceği gibi, kimi zaman da toplumun ortak hayat tecrübeleri olarak karşımıza çıkmış olacaktır. Belirli bir mesleğin icrası için gereken davranış biçimleri yazılı ya da yazısız kurallar halinde bulunabilir. Kanun ya da genel yaşam deneyiminin gereği olarak kişinin, kendi psikolojik bedensel durumuna göre belli durumlarda belli kurallara uygun davranma, özen gösterme ve dikkat etme görevi vardır. Bu görevi yerine getirmeyerek zararlı bir neticenin doğmasına sebebiyet veren kişi sorumlu olur. Ancak bunun için failin özen gösterme yükümlülüğüne uyması olanaklı bulunması gerekmektedir. Sırf tehlikeli bir hareketi yapmak, taksiri oluşturmayacağı gibi, tehlikeli bir mesleğin icrasındaki kaçınılamayan veya o anda meslek ve sanat dalının seviyesine göre normal karşılanarak kabullenilen hatalı hareketler de taksiri meydana getirmiş olmayacaktır.
Özen yükümlülüğü birtakım bir yasaklar içerebileceği gibi aynı zamanda da herhangi bir emir de içerebilir. Bahsi geçen bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi de ilk durumda icrai, ikinci durumdaysa ihmali bir taksirli suçu gündeme getirir. Başka bir anlatım ile ifade edecek olursak taksirli suç, icrai bir hareket ile işlenebileceği gibi, ihmali bir hareketle de işlenebilir. Bu sonuncu durumda ise özen yükümlülüğü, gerçek olmayan ihmali suçlardaki garanti yükümlülüğü ile aynı anlama geldiğini görmekteyiz. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 22. maddesinin gerekçesine bakmış olduğumuzda; dikkat ve özen yükümlülüğün belirlenmesinde, failin kişisel yetenekleri göz önüne alınmayarak objektif bir temelden hareket edileceği üzerinde durulmuştur. Aynı gerekçede taksirli suçlarda fail kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar altında objektif olarak var olan dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirebilecek olmalıdır şeklinde söylenmekle hem sübjektif hem de objektif kriterleri içeren karma bir niteliğe yer verilmiştir. Failin iradi şekilde hareket etme imkânına sahip olmaması ya da objektif özen yükümlülüğünün varlığını anlayabilecek durumda bulunmazsa kusurlu sayılması mümkün bile değildir. Objektif özen yükümlülüğünün varlığı hakkında herhangi bir yanlışa düşülmesi durumunda fail kusurlu sayılması kabul edilemez. Yukarıda yapmış olduğumuz tüm bu açıklamalara göre serbest iradesi ile hareket eden ve objektif özen yükümlülüğünü öngörüp buna göre hareket etme yeteneğine sahip olan fail, buna aykırı hareket ederek kişi ya da kişilerin ölmesine yol açmış olduğunda kusurlu kabul edilerek cezalandırılmış olacaktır.
Kusurun Belirlenmesi
Türk Ceza Kanunun istisnai sorumluluk olarak ön gördüğü taksir, taksirli şeklinin kabul edildiği suçta mutlaka ispatlanması gerekli olmaktadır. Taksir karinesi bu noktada kabul edilemez. Çünkü her somut olaya göre taksirin ispatlanmasından vazgeçilirse ve anılan bu sorumluluk için sadece maddi nedensellik bağının varlığı yeterli olarak kabul edilmezse bu durum kusurlu sorumluluğun ortadan kalkmasıdır. Bu husus ise özellikle objektif sorumluluk ipotezlerini kaldıran ve istenmeyen zararlı sonuçtan failin sorumluluğuna başvurulabilmesi için en az taksirli davranışın varlığını arayan sonucu nedeni ile ağırlaşan suçlarda manevi unsuru düzenleyen Türk Ceza Kanununun 23. maddesi açısından geçerli olmaktadır.
Objektif özen yükümlülüğünün kişi tarafından algılanabilir ve idrak edilebilir olması, aynı zamanda da bu yükümlülüğe aykırılık nedeni ile birlikte meydana gelmiş olan neticenin öngörülebilir olmasını da ifade etmektedir. Fail olan kişinin iradi bir şekilde hareket etme imkânına sahip olmaması ya da objektif özen yükümlülüğünün varlığı ve içeriğini anlayabilecek durumda bulunmaması halinde kusurlu sayılması mümkün olmadığını daha önce yapmış olduğumuz açıklamalarda belirtmiştik. Objektif özen yükümlülüğünün varlığı ve içeriği hakkında kaçınılmaz bir yanılgıya düşülmüş olması durumunda halinde de fail kusurlu kabul edilemez. Taksirin belirlenmesinde, taksirin türü göz önünde bulundurulması gerekli bir husustur. Şöyle ki somut olayda genel taksir söz konusu olmuş olduğunda, o olaydaki belirli bir mesleğe mensup ve belirli şartlarda bulunan aklı başında bir insan için sonucun ön görülebilirliğine ve önlenebilir olması hususuna başvurmak gerekir. Gerçekten de tedbirsizlik ve dikkatsizlikten fail ancak ve ancak zararlı sonucun gerçekleşebileceğini tahmin ettiğinde, öngördüğünde sorumlu olması zarureti doğmaktadır. Zararlı sonuç fail tarafından öngörülememiş olduğunda ise artık kınanması söz konusu dahi olamayacaktır.
Taksirli Yaralamaya Mağdurun veya Başka Bir Kişinin Etkili Olması
Taksirli hareket ile meydana gelen netice arasında illiyet bağı bulunmaması durumu meydana gelirse fail bu sonuçtan dolayı sorumlu tutulamayacaktır. Neticenin gerçekleşmesinde, mağdur ya da başka bir kişinin taksirli davranışının da etkili olması durumunda, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, taksirin niteliğini de değiştirmeyecektir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda taksirle işlenen suçlarda kusurun derecelendirilmesi ile herhangi bir ceza indirimi olmadığından, bu hâl ancak temel cezanın belirlenmiş olmasından dikkate alınabilecektir. Zararlı neticenin, failin hareketlerinin mağdurun ya da üçüncü bir kişinin hareketi ile birleşmesi sonucu meydana geldiği durumlarda, failin taksirli sorumluluk şartlarının bulunup bulunmadığının belirlenmesi açısından, neticeye kimin sebebiyet verdiğinin saptanması gerekmektedir. Başka bir diğer ifade ile failin iradi hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağının kesilip kesilmediğinin tespit edilmesi gerekmektedir. Mağdur ya da 3. kişinin hareketinin ya da bir başka neticenin tek sebebi olduğu veya zararlı neticenin yalnızca bu kişilerin kusurlu hareketlerinden kaynaklandığı durumlarda da failin hareketiyle netice arasında nedensellik bağının kalkmış olduğu kabul edilmelidir. Buna karşılık olarak failin kusurlu hareketine mağdur ya da üçüncü bir kişinin kusurlu hareketinin eklendiği ve neticenin çeşitli kusurlu hareketlerin birleşmesinden meydana geldiği hâllerde, nedensellik bağı kesilmeyip; Türk Ceza Kanunun 40. maddesine göre taksirli suçlarda iştirak ilişkisi de mümkün olmadığından, bahsi geçen Kanunun 22. maddesinin dört ve beşinci fıkralarına göre herkes kendi kusurundan dolayı ve kusuruna göre sorumlu olacaktır (YCGK-K.2020/183).
Taksirle Yaralama Suçu Şikayet, Zamanaşımı ve Uzlaştırma Hususları
Şikâyet Süresi: Türk Ceza Kanununda taksirle yaralama suçunu içeren ilgili hüküm okunup incelendiğinde açık ve net bir şekilde görülecektir ki taksirle adam yaralama suçunu şikâyete tabi suçlar olarak vasıflandırabilmekteyiz. Şikâyet süresi, suçun işlenmesinden ve failin öğrenilmesinden itibaren 6 aydır.
Bilinçli taksirle yaralama suçunun işlenmiş olması halinde, sadece suçun Türk Ceza Kanunu 89. Maddesinin 1. fıkrasında yer alan basit hali şikâyete tabidir. Suçun Türk Ceza Kanunu 89. Maddesinin 2-3 ve 4. fıkralarında hüküm altına alınmış olan nitelikli halleri bilinçli taksirle işlenmiş olduğu takdirde takibi şikâyete tabi değildir ve savcılık makamı tarafından resen soruşturulmaktadır.
Zamanaşımı Süresi: Taksirle yaralama suçu için dava zamanaşımı süresi 8 yıl olarak karşımıza çıkmaktadır. Belirli başlı bazı koşulların gerçekleşir ise zamanaşımı süresi 12 yıla kadar çıkabilmektedir.
Uzlaştırma: Taksirle yaralama suçu ( Türk Ceza Kanunu – md.89 ), taraflar arasında uzlaşma prosedürü uygulanmasını gerektiren suçlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma kapsamında olan suçlarda, gerek soruşturma gerekse kovuşturma aşamasında öncelikle uzlaştırma prosedürünün uygulanması, uzlaşma sağlanmazsa soruşturmaya ya da yargılamaya devam edilmesi gerekir.
Taksirle Yaralama Halinde Tazminat Sorumluluğu
Taksirle yaralama suçu işlemiş olan fail aleyhine olarak mağdurun, maddi ve manevi tazminat davası açma hakkı gündeme gelmektedir. Bu duruma bir örnek verecek olursak yaralanma hatalı doktor uygulamasından kaynaklanmış ise fiili işleyen doktora karşı tıbbi malpraktis nedeni ile tazminat davası açılabilme imkânı vardır. Başkaca bir örnek verecek olur isek yaralanma iş kazasından kaynaklanmış ise iş sahibine karşı iş kazası sebebi ile tazminat davası açılabilir ya da yaralanma, trafik kazası nedeni ile kaynaklanmış ise trafik kazasından kaynaklanan tazminat davası açılabilir.
Taksirle Basit Yaralama Suçunun Cezası
Türk Ceza Kanunun 89. Maddesinin 1. Fıkrasına bakmış olduğumuzda taksirle adam yaralama suçunun basit halinin cezası 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezası ya da adli para cezası olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani seçimlik ceza olarak mahkeme sanığa ya hapis cezası verecek ya da adli para cezası verecektir. Mahkeme yargılama neticesinde sanığın hapis cezası ile cezalandırılmasına karar vermiş ise artık bu noktadan sonra hapis cezası adli para cezasına çevrilebilmesi mümkün değildir.
Taksirle Nitelikli Yaralama Suçunun Cezası (Türk Ceza Kanunu- md. 89)
- Türk Ceza Kanunu 89. Maddesinin 2. fıkrası gereği taksirle yaralama fiili, mağdurun;
-
- Duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına,
- Vücudunda kemik kırılmasına,
- Konuşmasında sürekli zorluğa,
- Yüzünde sabit ize,
- Yaşamını tehlikeye sokan bir duruma,
- Gebe bir kadının çocuğunun vaktinden önce doğmasına, neden olmuşsa suçun basit şeklinin işlenmesi halinde verilen ceza yarısı oranında artırılır. Yani sanığa, 4,5 aydan 1,5 yıla kadar hapis cezası veya adli para cezası verilir.
- Türk Ceza Kanununun 89. Maddesinin 3. fıkrası gereği taksirle yaralama fiili, mağdurun;
-
- İyileşmesi olanağı bulunmayan bir hastalığa veya bitkisel hayata girmesine,
- Duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine,
- Konuşma ya da çocuk yapma yeteneklerinin kaybolmasına,
- Yüzünün sürekli değişikliğine,
- Gebe bir kadının çocuğunun düşmesine, sebep olmuşsa, suçun basit şeklinin işlenmesi halinde verilen ceza bir kat artırılır. Yani sanığa 6 aydan, 2 yıla kadar hapis cezası ya da adli para cezası verilir.
- Taksirle işlenen fiilin birden fazla kişinin yaralanmasına neden olması halinde, altı aydan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Bu durumun söz konusu olması halinde faile adli para cezası verilmesi kanun maddesinde öngörülmemiştir.
Bilinçli Taksirle Yaralama Suçunun Cezası
Türk Ceza Hukukunda kusurluluk halleri; taksir, bilinçli taksir, olası kast ve kast olarak düzenlenmiştir. Basit taksir ve bilinçli taksir arasında karşımıza çıkmakta olan en önemli fark, failin neticeyi öngörme durumudur. Bilinçli taksirde, somut olayda netice istenmemekte ancak öngörülmektedir. Basit taksirde ise somut olaydaki netice, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranıldığından öngörülmemektedir. Bilinçli taksir, taksirden daha ağır bir kusurluluk halidir. Taksir, ancak kanunda açık bir şekilde düzenlendiği durumlarda cezalandırılmaktadır. Suçun bilinçli taksir ile işlenmiş olması durumunda; kanunda düzenlenen taksirli suça ilişkin ceza, üçte birden yarısına kadar arttırılarak verilmektedir. Bilinçli taksirle adam yaralama suçunun cezası, fiilin taksirli suç kapsamında işlenmesi halinde belirlenmiş olan cezaya ölçü alınarak hesaplanmaktadır. Türk Ceza Kanunun 22. Maddesinin 3. Fıkrasına göre, bilinçli taksirle adam yaralama suçu işlenmiş olması halinde, taksirli suç için Türk Ceza Kanunun 89. Maddesine göre belirlenmekte olan ceza, 1/3’ten 1/2 oranına kadar arttırılmaktadır.
Cezanın Ertelenmesi, Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması
Taksirle yaralama suçunun cezası olarak Türk Ceza Kanunu 89. maddede görülmüş olduğu üzere seçimlik ceza olarak hapis ya da adli para cezasına hükmedilebilir. Taksirle yaralamaya neden olma suçunun cezası, hapis cezası olarak tayin edilmiş olması ihtimalinde bu cezanın artık adli para cezasına çevrilmesi ihtimali mümkün olmayacaktır. Ancak şu var ki hapis cezasına mahkûmiyet halinde hükmün açıklanmasının geri bırakılması ya da cezanın ertelenmesi kararı verilmesi mümkün olmaktadır. Taksirle ya da bilinçli taksirle yaralama suçuyla ilgili etkin pişmanlık hükümleri kanunda mevcut değildir. Taksirle veya bilinçli adam yaralama suçu, iş güvenliği kurallarının ihlal edilmesi, trafik kurallarının ihlal edilmesi, hastanelerde steril olmayan ortamlarda yapılan tıbbi uygulamalar vb. gibi pek çok sebepten dolayı kaynaklanabilir.
Geçmişi Roma Hukukuna dayanmakta olan, Orta Çağ İtalyan hukukçuları aracılığı ile Carolina’ya oradan da müşterek hukuka geçen kast-taksir ayırımında, taksir kavramı trafik suçluluğundaki artış, endüstrileşme ve tıbbi müdahale olanaklarının genişlemesiyle birlikte son yüzyıl içerisinde büyük önem kazanmıştır. Suç genel teorisine bakmış olduğumuzda, suçun unsurları tipe uygun eylem, hukuka aykırılık ve kusurluluk şeklinde üç kısma ayrılabilir. Tipe uygun ve hukuka aykırı eylemin yapılmış olması failin sorumluluğu için yeterli unsur olarak sayılmamaktadır. Failin bu sırada kusurlu olması gerektiği şartını ararız. Failin icrai ya da ihmali iradi hareketinin sonucundan, herhangi bir psikolojik bağın varlığı aranmaksızın sadece nedensellik bağı dolayısıyla sorumlu tutulmasını ifade eden ve kusura dayanan sorumluluk anlayışı ile bağdaşmayan objektif sorumluluk bazı hukuk sistemlerinde varlığını sürdürmekle birlikte 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu ile terkedilmiştir. Kusurluluğun tipik şekli kast olarak karşımıza çıkmayken, taksirli sorumluluk ise istisnai olarak karşımıza çıkar. Taksirli suçlarda fail, öngörülebilir bir sonuca neden olması dolayısıyla faile ceza verilir. Taksir konusunda, 765 sayılı Türk Ceza Kanunundaki “ tedbirsizlik ya da dikkatsizlik veya meslek ve sanatta acemilik ya da nizamat ve evamir ve talimata riyayetsizlik ” ibarelerine yüklenen anlam 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanununda, “ Dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlali ” ibaresi ile ifade edilmiştir. Ayrıca şu var ki yeni kanunda eski kanundaki failin kusurunun 8 (tam) üzerinden hesaplama yönteminden vazgeçilerek kusur değerlendirmesinin ve buna göre ceza tayininin hâkim tarafından yapılacağı esası getirilmiştir. Ancak hâkim özel ya da teknik bilgi gerektiren konularda bilirkişiye başvurabilecektir.
Kusur sorumluluğunun görünüm biçimlerinden birisini teşkil etmekte olan taksirden kaynaklanan sorumluluk, en genel ve geniş anlamı ile failin öngörülebilir nitelikteki sonucu öngörmemesi ya da sonucu öngördüğü halde istememesi şeklinde tanımlanan ve kasta göre kıyaslamış olduğumuzda istisnai nitelikte olan bir sorumluluk biçimi olarak tanımlanabilir. Taksirden kaynaklanan sorumluluğun en temelinde ise topluma karşı bir yükümlülüğün yerine getirilmemesi, toplum tarafından bireylere yüklenmiş olan dikkat ve özen yükümlülüğüne riayet edilmemesi yatmaktadır. Dikkat ve özen yükümlülüğüne riayet etmeme, taksirin normatif yönünü meydana getirmekte ve bunun yanı sıra, taksire ilişkin olarak bir de psikolojik cepheden de bahsetmek gereklidir. Taksirin psikolojik yönüne baktığımızda ise failin davranışlarını yönlendirme konusunda gösterdiği dikkatsizlik veya özensizlik şeklinde kendini meydana çıkarmaktadır.
Davranışlarını yönlendirmiş olma konusunda failin gerekli dikkat ve özeni göstermemesi neticesinde zararlı bir sonuca sebebiyet vermesi hususu, taksirin cezalandırma nedenini de açıklayabilecek niteliktedir. Gerçekten de uzun yıllar boyunca taksirli fiillere ilişkin olarak spesifik düzenlemeler yapılmasına ihtiyaç duyulmamış ve çoğu zaman bu tür filler ya cezasız bırakılmış ya da ağırlığına göre “ kast ” içerisinde değerlendirilerek ele alınmıştır. İlerleyen dönemlerde ise özellikle teknolojinin gelişmesi, tehlikeli eylem, faaliyetlerin sayısının artması ve dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık sebebi ile gerçekleşen eylemlerin de bu doğrultuda hızla çoğalması neticesinde taksir kavramına ilişkin bakış açısı da değişiklik göstermiş olmaktadır. Aynı zamanda taksirin kusurlu sorumluluk içerisinde, kasttan daha farklı bir sorumluluk biçimi olarak yerini alması bu sayede kaçınılmaz hale gelmiştir.
Taksirin esası konusunda kabul ettiğimiz esaslardan biri de dikkat ve özen yükümlülüğüdür. Dikkat ve özen yükümlülüğüne riayet etmeme ve ön görebilme kavramları, taksirli sorumluluğa ilişkin temel kavramlar olarak karşımıza gelirler. Bunlar temel kavramlar olduklarından dolayı da bu hususların taksirin unsurları içerisinde de yer almaları gerekli olmaktadır. Bu anlamda doktrinde farklı bir takım sınıflandırmalar yapılmakla birlikte, bizim kanaatimize göre taksirin unsurları; fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması, davranışın istenilmiş sonucun istenilmemiş olması, davranış kurallarının ihlal edilmiş olması, davranış kurallarının ihlal edilmesi neticesinde gerçekleştirilen davranışın sonucunun öngörülebilir olması, failin davranışı ile gerçekleşen sonuç arasında nedensellik bağı bulunması olmak üzere beş tane sayılmaktadır. Bu saymış olduğumuz unsurlar, taksiri diğer sorumluluk biçimlerinden ayırmaya olanak sağlamış olduğu gibi, taksirin hukuki esasını da en iyi şekilde ortaya koymaktadır.
Taksir üzerinde durulması gereken başka bir diğer mesele de taksirin belirlenmesidir. Ceza kanunları içerisinde istisnai bir sorumluluk biçimi olarak yer alan ve kanun koyucu tarafından sınırlı sayıda suça hasredilen bu tür bir sorumluluk biçiminin somut olayda doğru bir şekilde tespit edilmesi de ceza adaletinin sağlanması açısından gerçekten çok büyük önem arz etmektedir. Şunu belirtmemiz gerekir ki burada taksir karinesi diye bir kavramdan hiçbir şekilde söz edilebilmesi mümkün değildir. Türk Ceza Kanununun 23. maddesinde düzenlenen neticesi sebebi ile ağırlaşan suç kalıbı dışında, herhangi bir davranışın, gerçekleşen fiil açısından failin taksirli olarak davranmış olduğuna ilişkin bir karine teşkil edemeyeceği kuralının herhangi bir istisnası yoktur. Her somut olay için taksirin ayrı ayrı belirlenmesinden vazgeçilmesi demek, kusurlu sorumluluk ilkesinden de bir anlamda vazgeçmek anlamına gelmesi demektir.
Önemle altı çizilmesi gereken husus taksir türlerine ilişkin olarak kanunda verilmiş olan tanımlar, yerleşik taksir tanımlarına uygun olmayan, eksik tanımlardır. Klasik taksir tanımından uzaklaşılarak, “ dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen sonucu öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi ” şeklinde açıklanan basit taksirin, istisnai bir sorumluluk biçimi olduğu, bu doğrultuda fail tarafından gerçekleştirilen icrai ya da ihmali, iradi bir davranışın sonuçlarının öngörülebilir olması, ancak fail tarafından öngörülmeyen bu sonuçların dikkatsizlik, tedbirsizlik, meslek ve sanatta acemilik, kanun, nizam ve emirlere aykırılık sonucu meydana gelmesi şartlarının bir arada bulunması gerekliliği, tanım kapsamında hiçbir biçimde maalesef ki dikkate alınmamıştır. Bu yaptığımız açıklamaların yanında failin dikkat ve özen yükümlülüğünün sınırı da tanım içerisinde netleştirilmemiştir. Taksirin bu türü açısından, sonucun öngörülmemiş olması yasal bir unsur olarak belirtildiği halde, davranışın bilinmesi ve istenmesinin gerekliliği açık ve net bir şekilde belirtilmemiştir. Son olarak, eski Türk Ceza Kanununda yer almayan fakat öğretide savunulan bilinçli taksir kavramının da, yeni Türk Ceza Kanunun kabulü ile Türk Ceza Adaleti sistemine dâhil olduğunu belirtmek gerekir. Taksirin bir diğer türü olan bilinçli taksir açısından baktığımızda ise; bilinçli taksir ve basit taksir kavramlarının aynı hukuki temelde açıklanmaması, bilinçli taksire ilişkin olarak getirilen hukuki tanımın, bilinçli taksiri kastın bir türü olan olası kasttan ayırt etmeyi neredeyse imkânsız hale getirmesi, tanımın kendi içerisinde birtakım çelişkiler barındırması gibi hususlar eleştirilebilir. Bu eksiklikler, Bu tür olaylarda cezai sorumluluğun belirlenmesi meselesini de içinden çıkılamaz bir hale getirmektedir.