Zamanaşımı

Zamanaşımı, sosyal önemi pek büyük olan bir hukukî müessese olarak karşımıza çıkmaktadır. Zamanaşımı Türk ve Kıta Avrupası Hukuk Sistemleri ile İslam Hukukunda maddi hukuka ( esasa ) ait bir müessese olarak sayılmaktayken; Anglo Sakson Hukuk sisteminde usul hukukuna ait bir müessese olarak kabul edilmektedir. Eski insanlar ona insan cinsinin anasıdır diye bir söyleyişte bulunurlarmış. Zamanaşımı teriminin günümüzdeki anlamına bakacak olursak eğer, zamanaşımını hukuk düzeni kurallarının kişilere tanımış olduğu hakların, getirmiş olduğu yaptırımların yine hukuk kuralları ile belirlenen süreleri aşması şeklinde açıklayabilir. Başka bir diğer anlamı ile bir hak hukuk kuralında öngörülmüş olan sürede kullanılmadığında hukuk düzeninde bir takım sonuçlar doğmaktadır. Zamanaşımı ve hak düşürücü süre bu sürelerden sayılmaktadır. Zamanaşımı, hem borçlar hukukunda hem de ceza hukukunda önümüze çıkan bir hukuki terimidir.

Borçlar hukukundaki zamanaşımı incelersek, borcun doğumundan sonra, belirli bir sürenin geçmesi sonucunda borçlu kişiye borcu ödemekten kaçınma hakkı veren bir sebeptir. Bu sebep ile birlikte zamanaşımı borcu sona erdirilmez, yalnızca borçluya ödemekten kaçınma hakkı sağlamış olur. Bu bir defi olarak nitelendirilir. Borçlu zamanaşımına olmasına karşın borcu öder ise bu geçerli bir ödemedir ve bu ödemenin iadesini daha sonradan isteyebilme hakkına sahip olamaz. Buna ek olarak dava ya da icra takibinde zamanaşımını ileri sürmeyi ihmal ederek borcu öderse veya borcun olmadığı, ödendiği, miktarının az olduğu gibi borç ile ilgili olan itirazlarda bulunur ise sonradan zamanaşımı olgusunu ileri sürebilme şansını elde edemez.

Ceza hukukundaki zamanaşımı, ceza davasının açılması için kanunda öngörülmüş olan süre ile cezanın kesinleşmesi için öngörülen zamanı ifade etmek olarak açıklanabilir. İlk olarak öngörülen sürede ceza davasının açılması gerekir, ikincisinde ise öngörülen sürede ceza kararının kesinleşmesi gerekir. Aksi takdirde ise dava ya da ceza zamanaşımına uğrar ve düşer.

TÜRK BORÇLAR KANUNUNA GÖRE ZAMANAŞIMI

Zamanaşımı bir hakkın kazanılmış olmasında ya da kaybedilmesinde kanunun öngörmüş olduğu vaktin dolması anlamına gelir. Zamanın geçmesi ise hakları farklı yön ve şekilde etkiler. Zamanın geçmesi yeni bir hak iktisap edilmesine ya da var olan bir hakkın sona ermesine yol açabileceği gibi, bazen de alacağın zorla ifasına engel olmaktadır. Özel hukukta 2 çeşit zamanaşımı düzenlenmiştir. Bu zamanaşımlarından ilki eşya hukukunda hüküm altına alınan ve ayni haklar için söz konusu olan kazandırıcı ( iktisadi ) zamanaşımıdır. Açıklayacak olursak, ayni haklarda zamanın geçmesi kazandırıcı bir etkiyi meydana getirmektedir. Diğer bir anlatım ile bazen ayni haklarda zamanın geçmesi bir kimsenin ayni bir hak iktisap etmesini temin eder. Taşınır ya da taşınmaz bir malın zilyedinin, belirli bir sürenin geçmesi ve kanunda öngörülen diğer koşulların da gerçekleşmesi ile zilyetliğindeki malın mülkiyetini kazanmasına kazandırıcı zamanaşımı olarak tanımlanmaktadır. Ayni haklarda zamanın geçmiş olması zilyedin belirli bazı şartlar çerçevesinde zilyetliğindeki malın mülkiyet hakkını kazanmasına sebep olduğu gibi, asıl malikin de mülkiyet hakkını kaybetmesine sebep olmaktadır.

Zamanaşımının diğer bir çeşidinden bahsedecek olursak, kural olarak alacak hakları için söz konusu olan ve doktrinde de düşürücü ( iskati ) zamanaşımı olarak ifade edilen zamanaşımıdır. Düşürücü zamanaşımı doktrinde farklı farklı çeşitli şekilde tanımlanıp açıklanmaktadır. Örneğin, düşürücü zamanaşımını Saymen, hareketsizliği nedeni alacağı dava ya da talep etme hakkından mahrum eden zamanaşımı olarak tanımlamaktadır.

Zamanaşımının alacak hakkını sona erdirmez. Ancak zamanaşımı alacak hakkının dava edilmesine engel bir sebep olduğu ve dava hakkını düşürdüğü çoğunlukla vurgulanmış olmaktadır. Zamanaşımına uğramış olan bir borç, ifa edilebilen, ne var ki dava edilemeyen bir eksik borç olarak nitelendirilir. Zamanaşımının alacak hakkını sona erdirmediği tartışmasız açık bir konudur. Çünkü borçlu ister ise zamanaşımına uğramış borcunu ifa edebilme imkânına hala sahiptir. Zamanaşımına uğramış borcun ifası alacaklı için sebepsiz zenginleşme teşkil etmeyeceği gibi, bir bağışlama olarak da nitelendirilemez. Bu sebepten ötürü zamanaşımına uğramış bir borcu ifa eden borçlu alacaklıya karşı istirdat davası açılması söz konusu olamaz.

Zamanaşımı, alacaklının borçluya karşı dava açma ya da icra takibinde bulunabilme hakkını da ortadan kaldırmamak ile beraber, açılmış olan davada ya da başlatılan bir takipte borçlunun zamanaşımı def’ini ileri sürmesi ile alacaklının ifa talebinin reddine yol açmaktadır. Bu sebep ile zamanaşımı alacak hakkının ifa edilebilirliğine de etki etmekte, alacağın ifasının borçlunun iradesine bırakılmasına sebep olmaktadır.

Kanunda öngörülmüş olan sürenin vasfının tespit edilmesi, sürenin tamamlanıp tamamlanmadığının hesaplanması, süre tamamlanmış ise de bunun sonuçlarının tespit edilmesi ve mahkeme tarafından ne gibi şartlar altında dikkate alınacağının tespiti açısından son derece önem taşımaktadır. Çünkü zamanaşımı süresinin işlemesinin durması ya da kesilmesi (mümkün olduğu halde, hak düşürücü sürenin işlemesinin durması veya kesilmesi mümkün olmaz. Hâkim hak düşürücü süreyi re ’sen dikkate alabildiği halde, zamanaşımı süresinin geçmiş olduğunu re ‘sen dikkate alamaz. Hak düşürücü sürenin tamamlandığı savunması bir itiraz niteliğindedir ancak zamanaşımının tamamlandığı savunması ise bir def’i niteliği olarak karşımıza çıkar. Hak düşürücü süre, hakkı ortadan kaldırdığı için bu bir olaydır ve usulüne uygun olarak dava dosyasına girmiş ise taraflarca ileri sürülmemiş olsa bile buna bakılmaksızın, hâkim tarafından re ‘sen dikkate alınır.

Prensip itibari ile alacak hakkı dışında kalan hakların zamanaşımına uğraması mümkün değildir. Özellikle de ayni haklar, kişilik hakları, fikri haklar, üyelik hakları ve yenilik doğuran haklar zamanaşımına tabi tutulamaz. Bu sebep dolayısı ile ilke olarak alacak hakkı ile ilgili olarak bir talep söz konusu ise bu sürenin zamanaşımı, yenilik doğuran bir hakkın kullanılması söz konusu ise bu sürenin hak düşürücü süre olduğu kabul edilmesi gerekir. Bunun ile beraber süre koyan hükmün amacı daha farklı bir sonucu gerektirmekte ise, bu sonuca göre hareket edilmesi lazımdır.

HAKKIN ZAMANAŞIMINA UĞRAMASININ ŞARTLARI

Bir hakkın zamanaşımına uğraması 2 şartın birlikte gerçekleşmesine bağlıdır. Şimdi bu iki şartı inceleyelim.

HAKKIN ZAMANAŞIMINA TABİ OLMASI

Hangi nedenden dolayı doğmuş olursa olsun kural olarak alacak hakları zamanaşımına tâbi olduğunu kesin bir şekilde söyleyebiliriz. Alacak hakkı alacaklıya borçludan edimi yerine getirmiş olmasını isteme yetkisi veren bir hak olarak karşımıza çıkar.  Zamanaşımına tâbi olan bu alacak herhangi bir hukuki muameleden doğabileceği gibi, sebepsiz zenginleşmeden ya da haksız fiilden de doğabilir. Bu bakımdan ise alacak hakkının kaynağının herhangi bir önemi yoktur. Bir alacağın zamanaşımına uğraması için ilk olarak geçerli bir alacağın bulunması gerekir. Bu sebep ile geçerli bir şekilde doğmayan alacaklar zamanaşımına uğramazlar.

Geniş anlamda ise bir borç ilişkisi değil, geniş anlamda bir borç ilişkisinden doğan dar anlamda borç ilişkisi zamanaşımına tabidir. Diğer başka bir anlatım ile zamanaşımı söz konusu olan borç ilişkisini değil, yalnızca borcu etkilemektedir. Yani münferit borç dışında kalan borç ilişkisini etkilemez.

Aynı borç ilişkisinden doğmuş olan alacakların zamanaşımı bakımından ayrı ayrı dikkate alınması lazımdır. Aynı borç ilişkisinden doğmuş olan alacaklar farklı farklı zamanaşımına tabi olabilir. Bu durum, bazen alacakların farklı vadelere bağlı olmasından kaynaklanabilirken, bazen de alacakların niteliğinin farklı oluşundan kaynaklanır. Bu durumda da zamanaşımı her bir alacak için alacağın muaccel olduğu andan itibaren işlemeye başlamaktadır.

Ayni haklar ve ayni haklara dayanan davalar ( istihkak davası, müdahalenin meni davası, yolsuz tescilin düzeltilmesi davası ) zamanaşımına tabi tutulmaz. Benzer bir şekilde de yenilik doğuran haklar, kişilik hakları, fikri haklar ve üyelik hakları zamanaşımına tabi değildirler.

Tek başına bağımsız bir borç konusu olmayıp da asıl olan borcun varlığına bağlı olarak meydana gelen Fer’i alacakların hukuki vasıfları, zamanaşımı açısından da, asıl alacağa bağlı olmaktadır. Türk Borçlar Kanununun 131. maddesinin 1. fıkrasında bu durum hüküm altına alınmıştır.

Türk Medeni Kanunun 864. maddesinde taşınmaz rehini ile güvence altına alınmış olan alacaklar için zamanaşımının işlemeyeceğinin altı çizilmiştir. Doktrinde de bu hükmün alacak haklarının zamanaşımına tabi olması kuralının bir istisnasını teşkil ettiği çoğunluk görüşü olarak belirtilmektedir. Buna karşılık olarak da alacağın taşınır rehini ile teminat altına alınması zamanaşımının işlemesine engel olmamaktadır. Gerçekten de Türk Borçlar kanunu madde 138’de alacağın bir taşınır rehini ile temin edilmiş bulunmasının, bu alacak hakkında zamanaşımı işlemesine engel olmayacağı ancak alacağın zamanaşımına uğraması durumunda dahi alacaklının rehini paraya çevirme hakkının saklı olduğu açık bir biçimde hüküm altına alınmıştır.

Taşınmaz rehininde olduğu gibi teminat devam ettiği süre boyunca, gemi ipoteği ile temin edilen alacaklar için de zamanaşımı işlemez. Mirasçılar tarafından mirasın taksimi talepleri zamanaşımına tâbi değildir ( MK. m. 642/f.1 ). Aynı şekilde Türk Medeni Kanunu madde 370’e göre, ana ve baba ya da büyük ana ve büyük baba ile birlikte yaşayan ve emeklerini ya da gelirlerini aileye özgüleyen ergin altsoyların, bu özgüleme karşılığında isteyecekleri tazminat alacağı da Türk Medeni Kanunu madde 371’in 2. Fıkrasına göre zamanaşımına tâbi değildir.

ZAMANAŞIMI SÜRESİ İÇERİSİNDE HAK SAHİBİNİN HAREKETSİZ KALMASI

Bir alacak hakkının zamanaşımına uğrayıp uğramadığının tespit edilmesi için ilk olarak alacağın tâbi olduğu zamanaşımı süresinin, bu sürenin başlangıç tarihinin ve sürenin nasıl hesaplanacağının ve somut olayda zamanaşımını durduran ya da kesen herhangi bir sebebin bulunup bulunmadığının tespit edilmesi gerekmektedir.

Zamanaşımı Süreleri

Kanunlarımızda çeşitli alacak hakları için birbirinden farklı olarak ayrı zamanaşımı süreleri öngörülmüştür. Genel olarak zamanaşımı süreleri, Türk Borçlar Kanununun 3. babında 125 ve 126. maddelerinde hüküm altına alınmıştır. Bunlara ek olarak kanun koyucu haksız fiilden ve sebepsiz zenginleşmeden doğan alacaklar için de Türk Borçlar Kanunu madde 60 ve 66’da ayrı zamanaşımı süresi öngörerek düzenlemiştir. Türk Borçlar Kanunu madde 146 uyarınca kanunda aksine bir zamanaşımı süresinin öngörülmemiş olduğu her alacağın 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olacağı kabul edilmiştir. Bunun ile beraber 5 yıllık zamanaşımına tabi alacaklar Türk Borçlar Kanunu madde 146’da dört bent halinde hüküm altına alınmıştır.

Haksız fiillerden dolayı doğmuş olan borçlarda zamanaşımı süresi, mağdurun zararı ve faili öğrenmesi tarihinden itibaren 1 yıl ve her halükarda haksız fiilin işlendiği tarihten itibaren 10 yıldır ( BK. m. 49 ). Bununla beraber haksız fiil aynı zamanda bir suç teşkil ediyor ve ceza kanunlarının öngördüğü zamanaşımı süresi, haksız fiil için öngörülmüş olan süreden daha uzun ise, haksız fiil tazminat alacağı için de uzun olan bu ceza zamanaşımı süresi geçerli olacaktır.

Diğer başka bir borç kaynağı olan sebepsiz zenginleşmeden doğan borçlarda ise zamanaşımı süresi, fakirleşen kişinin sebepsiz zenginleşmeyi ve sebepsiz zenginleşeni öğrendiği tarihten itibaren 1 yıl ve her halükarda sebepsiz zenginleşmeden itibaren işlemeye başlayacak olan 10 yıllık zamanaşımına tabi olmaktadır.

Zamanaşımı Süresinin Başlangıcı

Kural olarak zamanaşımı süresi, alacağın muaccel olduğu tarihten itibaren, diğer başka bir anlam ile alacaklının alacağını talep edebileceği günden itibaren işlemeye başlamış olur. Zamanaşımının başlaması için borçlunun temerrüde düşürülmesine gerek kalmamakta ve alacağın talep edilebilir hale gelmesi gerekli ve yeterli olmaktadır. Alacaklının hakkını hukuken korunur bir şekilde talep etmesi ise yalnız alacağının muaccel olması ile mümkün olmaktadır. Alacak müeccel olduğu sürece de alacaklı alacağını talep edemeyeceği için, müeccel alacak için zamanaşımı da işlemeye başlamaz.

Bunun ile beraber, istisnai olarak alacağın muacceliyetinin bir ihbar şartına bağlı kaldığı durumlarda da zamanaşımı süresi, ihbarın yapılıp alacağın muaccel olduğu tarihte değil, muacceliyet ihbarının yapılabileceği tarihte işlemeye başlayacaktır.

Haksız fiilden doğan tazminat alacağında ( BK. m. 49 ) ve sebepsiz zenginleşmede ( BK. M. 77 ) iade talebinde 1 yıl olan zamanaşımı sürelerinin başlaması için alacağın muaccel olması tek başına yeterli olmamaktadır ve buna ek olarak alacaklının bazı hususları da bilmesi aranmaktadır.

Zamanaşımı kural olarak alacağın muaccel olduğu tarihte işlemeye başlamaktadır. Bu sebep ile sürenin işlemeye başlaması için prensip itibari ile alacaklının alacağını bilmesi ya da bilmek zorunda olması gerekli olmamaktadır. Taraflar, alacağın muaccel olacağı tarihi, yani diğer bir ifade ile borcun ifa edileceği tarihi kendi aralarında yapmış oldukları sözleşme ile serbestçe kararlaştırabilme imkânları vardır. Borcun ifasının bir vadeye bağlandığı bu gibi hal ve durumlarda alacak vadenin gelmesi ile beraber muaccel hale gelir ve zamanaşımı da bu tarihten itibaren işlemeye başlamaktadır.

Geciktirici şarta bağlı olan alacaklarda, alacak şartın gerçekleşmesi ile doğacağından zamanaşımı da bu tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır. Bozucu şarta bağlı alacaklara baktığımızda ise, zamanaşımının işlemesi açısından durum bir özellik arz etmez ve de alacağın muaccel olmasından itibaren zamanaşımı işlemeye başlar. Taraflar kendi aralarında yapmış oldukları akitte borcun ne zaman ifa edileceğini düzenlememiş olup işin öneminden de borcun ne zaman ifa edileceği belirlenemiyor ise borcun hemen ifası ve derhal icrası talep olunabilir.

Sözleşmeden kaynaklanmış olan tazminat taleplerinde zamanaşımının ne zamandan itibaren başlayacağı hususunda doktrinde farklı farklı görüşler ileri sürülmüştür. Doktrinde, borçlunun kusurlu davranışı sebebi ile sözleşmenin ifasının imkânsızlaşması durumunda ortaya çıkan tazminat borcunun sözleşmeden doğan asıl borcun yerine geçtiği ve onun devamından başka bir şey olmadığı ifade edilmiş olduğu gibi, sözleşmenin ihlali nedeni ile meydana gelen tazminat borcunun, asıl borçtan bağımsız ve sözleşmenin ihlali anında doğan, farklı bir borç olduğu da dile getirilmektedir.

Sözleşmenin ihlali sebebi ile meydana gelen tazminat talebinin asıl edimin yerine geçtiği ve onun devamından başka bir şey olmadığı şeklindeki bir görüşe göre, tazminat talebi ile ilgili zamanaşımı, asli edime ilişkin ifa talebinin muaccel olduğu anda işlemeye başlamış olacaktır.

Taraflar arasındaki sözleşmede aksine bir hüküm yok ise genel olarak işçiler, devlet memurlarından farklı olarak, çalıştıkları ayın ücretini, bu ayın sonunda talep ve davaya hak kazanırlar. Aylık ücretler için zamanaşımı, her bir ayın ücretinin muaccel olduğu tarihten itibaren ayrı ayrı işlemeye başlamakta olup 5 yıl sonra da zamanaşımına uğramaktadır. Fazla çalışma, hafta ve genel tatilde çalışma ücretleri ile ikramiye ve sosyal yardımlar ile ilgili ücretler doğdukları anda muaccel olur ve bu tarihten itibaren zamanaşımı işlemeye başlar. Tüm bu işçi alacakları için dava açıldığında, davalının zamanaşımı savunması ile karşılaşılır ise 5 yıllık zamanaşımı süresi, davanın açıldığı tarihten geriye doğru hesaplanacaktır. Bu durumda davanın açıldığı tarihten 5 yıl önce muaccel hale gelen alacakların zamanaşımına uğradığı kabul edilecektir ( İş Kanunu m. 32/f.8 ).

Borçlar Hukukuna hâkim olan ilkelerden biri olan irade serbestisinin bir parçası olan sözleşme özgürlüğüne göre bu kişiler, kural olarak istedikleri konuda ve şekilde sözleşme yapıp yapmama hakkına sahip olmaktadır. Bunun ile beraber sözleşme özgürlüğünün de kanunlardan kaynaklanan bir takım kısıtlamaları vardır. Sürelerin kesinliği kuralı vardır ve kanun zamanaşımı sürelerini değiştirme yasağını öngörmüştür. Söz konusu olan bu yasak zamanaşımı sürelerinin hem uzatılması hem de kısaltılması açısından geçerli olmaktadır.

Munzam zarar da sözleşmeden doğan para borcunun zamanında ifa edilmemesi sebebi ile doğabileceği gibi, haksız fiilden, sebepsiz zenginleşmeden, kanundan ya da vekâletsiz iş görmeden doğan para borçlarının zamanında ifa edilmemesinden de doğabilir. Munzam zararın doğumuna sebep olan borcun kaynağı ne olursa olsun, munzam zarar, asıl alacaktan bağımsız ve yeni bir alacak olduğundan dolayı munzam zarar ile ilgili alacak davası 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olmaktadır. On yıllık genel zamanaşımı süresi ise, munzam zarara sebep olan alacağın tahsil edildiği günden itibaren işlemeye başlayacaktır.

BORÇLAR KANUNUNDA DÜZENLENEN ZAMANAŞIMI SÜRELERİ

Türk Borçlar Kanununda düzenlenen zamanaşımı süreleri genel olarak doktrinde olağan zamanaşımı süresi ve olağanüstü zamanaşımı süresi olmak üzere 2 başlık altında incelenmiş olmaktadır. Alacaklar için zamanaşımı süresi Türk Borçlar Kanunu 146 – 161. Maddeleri arasında hüküm altına alınmıştır.

GENEL ZAMANAŞIMI SÜRESİ

Genel zamanaşımı Türk Borçlar Kanunda 146. Maddede hüküm altına alınmıştır. Genel zamanaşımı 10 yıl olarak öngörülmüştür. Bu hükümden de anlaşılacağı üzere gerek Türk Borçlar Kanununda öngörülsün gerek ise özel hukuk ile ilgili diğer kanunlarda öngörülsün, zamanaşımına ilişkin hakkında özel bir düzenleme bulunmayan her alacak 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olacaktır.

Sözleşmelerden kaynaklanmakta olan tazminat taleplerinin zamanaşımı süresi, haksız fiillere ya da sebepsiz zenginleşme ile ilgili bir yıllık zamanaşımı süresine değil, sözleşmeden doğan asıl alacağın tabi olduğu zamanaşımı süresine tabidir. Bu sebep ile genel zamanaşımı süresine tabi olan bir sözleşmeden doğan tazminat talebi de 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olacaktır.

Tarafların kanunun farklı sözleşme tipleri için öngörmüş olduğu unsurları kanunun öngörmediği bir şekilde bir araya getirmeleri ile oluşan karma sözleşmelerde uyuşmazlık hangi sözleşmeye ait borcun yerine getirilmemesinden doğmuş ise ona ait zamanaşımı süresinin uygulanması gerekir.

BEŞ YILLIK ZAMANAŞIMI SÜRELERİ

Kanunda 5 yıllık zamanaşımı süresi öngörülmesinin ilk nedenlerinden biri alacaklıyı alacağını kısa bir zamanda elde etmeye teşvik etmektir. Ticari hayatın yapısında hız barındırıldığını dikkate alan kanun koyucu, ekonomik bir karakter taşıyan alacak haklarının hızlı bir şekilde talep edilmesini sağlamak gayesi ile 5 yılık zamanaşımı süresini öngörmüştür. Aynı zamanda bu 5 yıllık kısa zamanaşımı süresi borçluyu da koruyucu nitelik taşımaktadır. Borçlunun günlük harcamaları nedeni ile elde etmiş olduğu makbuzları uzun yıllar saklaması zor bir durumdur. Bu tarz işlerde uzun bir zamanaşımı süresi öngörülmesi halinde borçlu, yapmış olduğu ödemeye ilişkin makbuzları kaybedebileceği ihtimali dolayısı ile mükerrer ödeme yapma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilecektir. Türk Borçlar Kanunu 147. Maddede 5 yıllık zamanaşımına tabi olan alacaklar hüküm altına alınmıştır. Söz konusu olan bu maddeye göre aşağıdaki alacaklar için beş yıllık zamanaşımı uygulanır:

  1. Kira bedelleri, anapara faizleri ve ücret gibi diğer dönemsel edimler.
  2. Otel, motel, pansiyon ve tatil köyü gibi yerlerdeki konaklama bedelleri ile lokanta ve benzeri yerlerdeki yeme içme bedelleri.
  3. Küçük sanat işlerinden ve küçük çapta perakende satışlardan doğan alacaklar.
  4. Bir ortaklıkta, ortaklık sözleşmesinden doğan ve ortakların birbirleri veya kendileri ile ortaklık arasındaki; bir ortaklığın müdürleri, temsilcileri, denetçileri ile ortaklık veya ortaklar arasındaki alacaklar.
  5. Vekâlet, komisyon ve acentelik sözleşmelerinden, ticari simsarlık ücreti alacağı dışında, simsarlık sözleşmesinden doğan alacaklar.
  6. Yüklenicinin yükümlülüklerini ağır kusuruyla hiç ya da gereği gibi ifa etmemesi dışında, eser sözleşmesinden doğan alacaklar.

HAKSIZ FİİLDEN DOĞAN TAZMİNAT ALACAKLARINDA ZAMANAŞIMI

Türk Borçlar Kanununda yer almakta olan borç kaynakları; sözleşme, haksız fiil ve sebepsiz zenginleşme olmak üzere 3 tane olmakla birlikte; ayrı olarak kanundan doğan borçlar da bulunmaktadır. Taraflar arasında daha önceden olan mevcut bir hukuki ilişki ile bağlantılı olmaksızın, Kanunun herkese yüklediği görevlere aykırı hareket edilmesi halinde haksız fiilin varlığından söz edilmektedir. Bu yönü ile haksız fiil, zarar veren ile zarar gören arasında bir borç ilişkisi meydana getirmektedir. Haksız fiil sorumluluğunun yaptırımı, haksız fiil sonucunda meydana gelmiş olan zararın tazminidir. Kural olarak, meydana gelmiş olan zararın tamamının tazmin edilmesi gereklidir. Nitekim tazminatın üst sınırını da zarar oluşturmaktadır. Yani diğer bir anlatım ile tazminatın zarardan fazla olması mümkün olmamaktadır. Tabi ki bu durumun tazminatın her durumda zarar kadar olacağı anlamını da gelmemesi gerekir. Gerçekten de, somut olayın bazı özel şartları, tazminattan indirim yapılması ve dolayısı ile de tazminat miktarının zarar miktarından daha az olmasına sebebiyet verebilecektir.

Haksız fiillerden kaynaklanmakta olan zararlara ilişkin tazminat taleplerinde, kişi hem zarara uğradığını hem de uğradığı zararın miktarını ispatlamak ile yükümlü tutulmuştur. Ancak bazı belirli durumlarda da zarar miktarının tam olarak tespiti ve bundan dolayı da ispatı her zaman mümkün olmayabilir. Kanun koyucu da tam olarak bu sebepledir ki, uğranılan zararın miktarı tam olarak ispat edilemiyorsa hâkimin, olayların olağan akışını ve zarar görenin aldığı önlemleri göz önünde tutarak, zararın miktarını hakkaniyete uygun olarak belirlemesi gerektiğini hükme bağlamıştır.

Haksız fiilden kaynaklı tazminat davası zamanaşımı süreleri, Türk Borçlar Kanunu madde 72’de hüküm altına alınmıştır. Bu maddeye göre 2 yıllık sübjektif zamanaşımı süresi ve 10 yıllık objektif zamanaşımı süresi öngörülmektedir. Söz konusu iki yıllık süre zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren başlamaktadır. On yıllık süre ise haksız fiilin işlendiği tarihten itibaren başlamış olmaktadır. Bu süreler geçtikten sonra da zarar gören, zarar verenden ( yani haksız fiili işleyenden ) uğradığı zararların giderilmesi için tazminat isteyemez. Ancak şu unutulmamalıdır ki zamanaşımı bir defi olduğundan yani ileri sürülmediğinde hâkim re ’sen dikkate alamayacağından bahsetmiştik.

Haksız fiiller bazı hal ve durumlarda Türk Ceza Kanununa göre suç da teşkil edebilmektedir. Örnek vermek gerekir ise insan öldürmek, yaralamak bu fiiller hem tazminat sorumluluğu doğuran haksız fiil hem de cezai sorumluluk doğuran bir suçtur. Böyle durumlarda ceza kanunlarında hem suç hem de haksız fiil teşkil eden fiil için daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörülmekte ise bu zamanaşımı süresi haksız fiilden kaynaklı olan tazminat davası zamanaşımı süresi olarak da uygulanır.

Bazı hal ve durumlarda ise haksız fiiller zarar gören bakımından bir borç doğmasına sebebiyet vermiş olabilir. Örnek verirsek; aldatma ve korkutmadan bahsedebiliriz. İlk olarak şunu belirtmemiz gerekir ki aldatma ve korkutma durumunda mevcut borcu iptal için 1 yıllık hak düşürücü süre hüküm altına alınmıştır. Fakat bu süre kaçırılması durumunda fiiller haksız fiil teşkil ettiğinden dolaylı olarak bir de zarar gören açısından da borç doğurduğu için Türk Borçlar Kanunu 72. Maddenin 2. Fıkrası uyarınca haksız fiilden doğan tazminat istemi zamanaşımına uğramış olsa bile zarar gören her zaman borcu ifadan kaçınabilme imkânına sahip olmaktadır.

SEBEPSİZ ZENGİNLEŞMEDEN DOĞAN ALACAKLARDA ZAMANAŞIMI

Sebepsiz zenginleşme, haklı bir neden olmadan bir başkasının aleyhine gerçekleşmiş olan zenginleşmelerdir. Sebepsiz zenginleşmenin ayrı bir borç kaynağı olarak kabul edilmesinin temelinde de hakkaniyet fikri yer almaktadır. Bu görüşe göre haklı bir neden olmadan bir başkası aleyhine gerçekleşen zenginleşmelerin sebepsiz zenginleşme nedeni ile geri verilmesi gerekmektedir.

Türk Borçlar Kanununun bu konu ile ilgili madde 77 ( 818 sayılı Borçlar Kanununun 61 vd. ) ve ardından gelen maddelerindeki düzenlemeler uyarınca, sebepsiz zenginleşme; geçerli olmayan ve tahakkuk etmemiş yahut varlığı sona ermiş bir sebebe ya da borçlu olunmayan şeyin hatalı verilmesine dayalı olarak gerçekleşebilir. Borcun kaynağı olarak öngörülmüş olan sebepsiz zenginleşmeden söz edilebilmesi için; bir taraf zenginleşirken diğerinin fakirleşmesi, zenginleşme ve fakirleşme arasında uygun illiyet bağının bulunması ve zenginleşmenin hukuken geçerli bir haklı sebebe dayalı olmaması gerekmektedir. Sebepsiz zenginleşmede yalnızca mal varlığındaki eksilmenin giderilmesinin talep edilmesi söz konusu olmaktadır. Şu ana kadar yapmış olduğumuz bu açıklamalara göre, sebepsiz zenginleşme alacaklıya 2. derecede ( tali nitelikte ) bir dava hakkı temin eder. Mal varlığındaki azalmanın başka aslî nitelikteki davalar ile önlenmesi mümkün ise, sebepsiz zenginleşme davasının gündeme gelmesi beklenmez.

Sebepsiz zenginleşmenin şartlarına bakarsak:

  • Sebepsiz zenginleşmenin söz konusu olduğu ilk hâl zenginleşmenin geçerli olmayan bir sebebe dayandığı hâl olarak karşımıza çıkmaktadır.Burada “ geçerli olmayan sebep ” ifadesinden hukukî bir sebebin mevcut olmaması ya da irade beyanlarının birbirine uygun bulunmaması gibi onay, izin, ehliyet, vb. geçerlilik ve etkinlik unsurlarından birinin mevcut olmaması nedeni ile zenginleşmeye esas teşkil eden hukukî işlemin kurulamaması, eksik kurulması ya da geçersiz kurulması sonucunu doğuran sebepler anlaşılmalıdır.
  • Sebepsiz zenginleşmenin söz konusu olduğu bir diğer hâl ise zenginleşmenin gerçekleşmemiş bir sebebe dayalı olmasıdır.Bir edimin ifası, gelecekteki bir olayın gerçekleşme ihtimaline binaen yapılmış ise ve bu ifadan sonra bu koşul gerçekleşmez ise de edimi ifa eden aleyhine sebepsiz zenginleşme meydana gelmiş olmaktadır. Bu durum özellikle şarta bağlı sözleşmelerde sıklıkla karşımıza çıkmaktadır.
  • Hukukî sebebin ortadan kalkmış olması hâlinde de sebepsiz zenginleşme söz konusu olmaktadır.Yani başka bir anlatım ile başlangıçta mevcut olmak ile beraber daha sonradan ortadan kalkan hukukî bir sebep de kazandırmayı sebepsiz zenginleşmeye dönüştürebilir. Kazandırmanın yapıldığı zaman geçerli olan bir sebep bulunmasına rağmen sonradan bu sebep ortadan kalkarsa, ortada sebepsiz zenginleşme olduğundan iadesi istenebilmektedir.

Sebepsiz zenginleşme, anlattığımız bu yollardan hangisi ile gerçekleşmiş olursa olsun, sebepsiz zenginleşen, aleyhine zenginleştiği tarafa karşı, geri verme borcu altında kalmaktadır. Türk Borçlar Kanunu 82. Maddeye göre, sebepsiz zenginleşmeden doğan bu istem hakkı, hak sahibinin geri isteme hakkı olduğunu öğrendiği tarihten başlayarak 2 yılın ve her hâlde zenginleşmenin gerçekleştiği tarihten başlayarak 10 yılın geçmesi ile birlikte zamanaşımına uğrar. Zenginleşme, zenginleşenin bir alacak hakkı kazanması sureti ile gerçekleşmiş ise diğer taraf, istem hakkı zamanaşımına uğramış olsa dahi, her zaman bu borcunu ifadan kaçınabilir. Yalnız bu sürenin işleyebilmesi için davacı tarafın verdiğini geri istemeye hakkı olduğunu öğrenmiş olması lazım gelmektedir. Bu durumda da zamanaşımı, davacının dava açmaya hakkı olduğunu öğrendiği tarihten itibaren başlar.

AYIBA KARŞI TEKEFFÜLDEN DOĞAN ALACAKLARDA ZAMANAŞIMI

Eser sözleşmesi ile yüklenici iş sahibinin ödemeyi taahhüt etmiş olduğu ücret karşılığında bir eser meydana getirmeyi ve meydana getirdiği bu eseri de iş sahibine teslim etmeyi üstlenir. Yüklenicinin teslim edeceği bu eseri sözleşmede kararlaştırıldığı üzere eksiksiz ve ayıpsız olarak tamamlayıp iş sahibine teslim etmesi yükümlülüğü ile donatılmıştır. Eserin teslimi bakımından tamamlanmış olma koşulu varken eserin ayıplı olması kural olarak teslime engel değildir. Teslim edilen eserin ayıplı olması durumunda yüklenicinin ayıba karşı tekeffül borcu söz konusu olur. Yüklenicinin meydana getirmiş olduğu eser, sözleşmede kararlaştırılan vasıfları taşımayan ayıplı bir eser ise yüklenici edim borcuna aykırı bir davranış içindedir. Bu durumda ayıplı bir ifa söz konusu olmakta ve söz konusu sözleşmenin gereği gibi yerine getirilmediğinden açık bir şekilde söz edilebilir. Ayıba karşı tekeffülün şartlarına bakarsak:

  • Ayıba karşı tekeffülün şartlarından ilki, eserin tamamlanarak teslim edilmiş olmasıdır. Tamamlanarak teslim edilen eser ayıplı bir çalışmanın sonucudur. Henüz sözleşmeye göre kararlaştırılmış olunan bütün çalışmalar bitmedi ise eser tamamlanmamış sayılmaktadır. Bu sebepten ötürü eser ayıplı sayılamaz ve ayıba karşı tekeffül hükümleri uygulanamaz. Bu neden ile eser ayıplı olsa dahi tamamlanması ve tamamlanan bu eserin teslimi gerekir.
  • Ayıba karşı tekeffülün 2. şartı, teslim edilmiş olan eserin ayıplı olmasıdır. Eserdeki ayıp kavramını; meydana getirilmiş olan eserin sözleşmede kararlaştırılan nitelikleri taşımaması ya da söz konusu olan sözleşme ile kararlaştırılmasa bile eserde bulunması gereken vasıfların bulunmaması olarak tanımlamak mümkündür. Bu noktada ise teslim edilen eser sözleşmede üzerinde anlaşılan niteliklerden birinin eksikliği durumunda ayıplı sayılabileceği gibi gerekli olan vasıfların eksikliği halinde de ayıplı sayılır.
  • Ayıba karşı tekeffülün 3. Şartına baktığımızda ise iş sahibince kontrol ve ihbar yükümlülüklerinin yerine getirilmiş olmasıdır. Ayıp ihbarının nasıl yapılacağı hususunda bir şekil şartı bulunmamaktadır. Bu sebepten ötürü de sözlü olarak da yapılabilir. Nitekim ayıp ihbarı maddi olayın bildirilmesi niteliğinde olduğundan karşı tarafa bildirilmesi şekle tabi değildir. İfade edilen bu koşul Türk Borçlar Kanunu 474. madde ( BK md. 359 ) hükmünden rahatça çıkarılmaktadır. Madde bağlamında eserin tesliminden sonra iş sahibi işlerin olağan akışına göre imkân bulur bulmaz onu muayene etmeye ve bulduğu ayıpları yükleniciye bildirmek zorundadır.

Zamanaşımına ilişkin ilk hareket noktamız Türk Borçlar Kanunu 363. hükmü olacaktır. Hakikaten bu madde ayıplı ifadan kaynaklı hakların tabi olduğu zamanaşımı süresine ilişkin özel bir düzenleme içermektedir. Söz konusu maddeye göre, eser sözleşmesine konu olan eserin ayıplı olmasından dolayı iş sahibinin sahip bulunduğu haklar, satım sözleşmesinde alıcının haklarının tabi olduğu zamanaşımına tabidir. Örneğin, taşınmaz inşaata ilişkin ayıplardan dolayı iş sahibinin yükleniciye ve inşaata katılan mimar ve mühendise karşı talepleri, eserin teslim tarihinden itibaren 5 yıllık zamanaşımına tabidir. Söz konusu olan bu hüküm Türk Borçlar Kanunu 146. madde ( BK md. 125 ) ve devamında yer alan zamanaşımı ile ilgili genel kurallar karşısında özel bir hüküm niteliği taşımaktadır.

ZAMANAŞIMININ DURMASI

Zamanaşımının işlemeye başlamadan öncesinde ya da işlemeye başlamasından sonra, kanunda belirtilmiş olan engeller ile durmasına ve engel ortadan kalktıktan sonra da kaldığı yerden işlemeye devam etmesi zamanaşımının durması olarak tanımlanmaktadır. Zamanaşımını durduran sebepler, zamanaşımı işlemeye başladığı anda mevcut ise zamanaşımı işlemeye başlamaz. Eğer zamanaşımı işlemeye başladıktan sonra bu tip durumlar ortaya çıkar ise zamanaşımı işlemeye devam etmez. Zamanaşımının durması durumunda, kesilmesinden farklı olarak, işlemeye başlayan süre varlığını korur ve durma sebebi ortadan kalktıktan sonra kaldığı yerden devam eder.

Kanun koyucu alacaklının talep hakkını, keyfi olarak değil de, borçlu ile arasındaki bazı sosyal ve hukuki münasebetler sebebi kullanamadığı hal ve durumlarda zamanaşımının işlemesini adalete aykırı görmüştür. Baktığımızda gerçekten de alacaklı ile borçlu arasında öyle bazı ilişkiler vardır ki, çoğu zaman alacaklı bu ilişkiler sebebi ile ya alacağını talep etmekten kaçınır ya da hiç talep edemez. Bu hal ve durumlarda zamanaşımının işlemeye devam etmesi adalete aykırı sonuçlar doğurur. Zamanaşımını durduran sebeplere bakıldığında aslında bunların başlıca 2 grupta toplandığı açıkça anlaşılmaktadır. Bunlardan ilki alacaklı ile borçlu arasındaki sosyal ilişkiler, 2. grup ise alacaklının borçlu aleyhine dava açmasının fiilen mümkün olmamasıdır.

Zamanaşımını durduran sebepler Türk Borçlar Kanunun 153. maddesinde düzenlenmiştir. Bu nedenlerden birinin varlığı halinde süre hiç başlamaz, başlamış ise de bu süreyi durur. Zamanaşımını durduran sebebin ortadan kalkması halinde ise, süre kaldığı yerden devam eder. Yani demek oluyor ki süre baştan işlemez, yalnızca duraklamış olur.

Zamanaşımını durduran sebepler:

  1. Velayet süresince, çocukların ana ve babalarından olan alacakları için.
  2. Vesayet süresince, vesayet altında bulunanların vasiden veya vesayet işlemleri sebebiyle Devletten olan alacakları için.
  3. Evlilik devam ettiği sürece, eşlerin diğerinden olan alacakları için.
  4. Hizmet ilişkisi süresince, ev hizmetlilerinin onları çalıştıranlardan olan alacakları için.
  5. Borçlu, alacak üzerinde intifa hakkına sahip olduğu sürece.
  6. Alacağı, Türk mahkemelerinde ileri sürme imkânının bulunmadığı sürece. 7. Alacaklı ve borçlu sıfatının aynı kişide birleşmesinde, birleşmenin ileride geçmişe etkili olarak ortadan kalkması durumunda, bu durumun ortaya çıkmasına kadar geçecek sürece zamanaşımı süresi durur.

Zamanaşımının kesilmesinden farklı olarak zamanaşımının durması, ancak durma nedeni şahıs bakımından gerçekleşen borçlu açısından geçerli olmaktadır. Çünkü zamanaşımının durmasını gerektiren sebepler her bir borçlunun şahsi durumundan meydana gelir. Bu sebepten dolayı müteselsil borçlulukta zamanaşımının bir borçlu açısından durması, diğer müteselsil borçlulara karşı da zamanaşımının durmasına sebep olmayacağı gibi, zamanaşımının asıl borçluya karşı durması halinde zamanaşımı kefile karşı da durması söz konusu olmaz.

ZAMANAŞIMININ KESİLMESİ

İşlemeye başlamış olan ve henüz tamamlanmamış zamanaşımı süresinin kanunda öngörülen kesilme sebeplerinden birinin gerçekleşmesi ile son bulması ve kesilme sebebinin ortadan kalkması ile beraber yeni baştan işlemeye başlamasına zamanaşımın kesilmesi denilir. Zamanaşımının kesilmesi için ilk olarak işlemeye başlamış olan bir zamanaşımı süresinin bulunması gereklidir. Bu sebep dolayısı ile henüz zamanaşımı süresinin işlemeye başlamadığı anda ortaya çıkan kesilme nedeninin bir önemi bulunmamaktadır. Oysaki zamanaşımını durduran nedenler zamanaşımının işlemeye başlamadığı anda ortaya çıkarsa, zamanaşımı süresi durma nedeni ortadan kalkana kadar işlemeye başlamamaktadır.

Zamanaşımının kesilmesi için ilk olarak zamanaşımının işlemekte olması şartı aranmaktadır. Zamanaşımı süresi dolmuşsa, zamanaşımının kesilmesi söz konusu olmaz. Zamanaşımının kesilmesi ile beraber, o ana kadar işlemiş olan zamanaşımı süresi hiçbir sonuç doğurmamak üzere ortadan kalkar ve zamanaşımını kesen olaydan itibaren en baştan yeni bir zamanaşımı süresi işlemeye başlar.

Zamanaşımını kesen sebepler:

Zamanaşımı süresini kesen haller Türk Borçlar Kanunun 154. maddesinde hüküm altına alınmıştır. Zamanaşımı süresinin kesilmesi halinde zamanaşımı süresi en baştan işlemeye başlayacaktır.

Türk Borçlar Kanunu 154. maddesi uyarınca;

  1. Borçlu borcu ikrar etmişse, özellikle faiz ödemiş veya kısmen ifada bulunmuşsa ya da rehin vermiş veya kefil göstermişse.
  2. 2. Alacaklı, dava veya def’i yoluyla mahkemeye veya hakeme başvurmuşsa, icra takibinde bulunmuşsa ya da iflas masasına başvurmuşsa zamanaşımı süresi kesilir.

Zamanaşımından Feragat

Zamanaşımı def’i vasfı itibari ile kanun tarafından borçluya verilmiş bir hak olması nedeninden dolayı borçlu bu hakkını kullanarak borcunu ifa etmekten kaçınabileceği gibi, bu hakkını kullanmadan da borcunu ifa da edebilir. Def’i hakkını kullanmak istemeyen borçlu, zamanaşımın tamamlanması ile doğan def’i hakkından feragat edebilir.

Borçlu, kendisine tanınmış olan bir defi hakkını kullanıp kullanmama konusunda serbest olmakta ve bu haktan feragat edebilme imkânına sahiptir. Bu anlamda borçlunun, hukuk düzeninin sınırları içerisinde zamanaşımı definden feragat edebilmesi mümkün olmaktadır. Borçlunun, zamanaşımı defini ileri sürmeye ilişkin hakkını, belirli bir süre için, ortadan kaldıran böyle bir tasarrufta bulunması bazı nedenlerden kaynaklanabilir.

Türk Borçlar Kanunu 160. madde 1. fıkrada ise zamanaşımından önceden feragatin yasak olduğu hüküm altına alınmaktadır. İşlemekte olan zamanaşımı süresinden feragat edilebilir. Yalnız bu tip bir feragat, sadece zamanaşımının işlemiş olan kısmı için geçerli olabilir. Zamanaşımının henüz işlememiş olan kısmı için yapılan feragat ise Türk Borçlar Kanunu 27. Maddesi 1. fıkrası gereği geçersizdir. Zamanaşımı süresi işlerken olduğu kadar, bu sürenin dolmasından sonra da zamanaşımından feragat edilebilmesi mümkündür. Bu sonuca, alacağın doğumu anında veya öncesinde feragat edilemeyeceği şeklinde anlamlandırdığımız önceden feragat yasağına ilişkin Türk Borçlar Kanunu 160. Maddeye 1. fıkrasında hükmünden de ulaşılabilir.

Borçlu, önceden feragat yasağını ihlal etmediği sürece zamanaşımından her zaman feragat edebilir. Yani başka bir anlatım ile sözleşme kurulmadan önce ya da kurulduğu anda ( alacak doğmadan önce ) olmadıkça, gerek zamanaşımı süresi dolduktan sonra gerek zamanaşımı süresi işlerken ( yukarıda açıklandığı üzere tartışmalı olmakla birlikte ) zamanaşımından feragat edilebilmesi mümkün olmamaktadır. Zamanaşımı süresi dolmadan önce ( işlerken ) yapılan bir feragat beyanının nasıl bir etkiye sahip olacağı ise doktrinde tartışmalı konulardandır. Bir görüşe göre bu halde feragat, zamanaşımını kesen bir fiil gibi etkide bulunur. Buna göre, zamanaşımından feragat edildiği andan itibaren kesilen ( başlangıçtaki ) süre yeniden işlemeye başlar. Bu kapsamda da ileri sürülen bir görüş, süreli ve süresiz feragat beyanını etkisi bakımından birbirinden ayırmaktadır. Buna göre süreli feragat beyanlarında öncelikle taraf iradelerinin belirleyici olması gerekir.

Türk Borçlar Kanunu, borçlunun hangi süre içinde feragat edebileceği konusunu hüküm altına almış değildir. Feragatin süresi ilk olarak taraf iradesi esas alınarak belirleneceği açıktır. Bu anlamda feragat, taraflarca belirlenmiş olan süre için ( söz gelimi ise mayıs sonuna kadar, bir hafta ya da bir yıl için ) geçerli olur. Bu kapsamda borçlunun, zamanaşımından belirli bir süre için ya da bir süre belirlemeden feragat edebilmesi mümkün olmaktadır.

Türk Borçlar Kanunu 160. Madde, zamanaşımından feragat açısından bir şekil şartı öngörmemektedir. Bu sebep ile borçlar hukukunda geçerli şekil serbestisi ilkesi feragat beyanı bakımından da geçerlidir. Doktrinde de asıl sözleşme şekle tâbi olsa bile, zamanaşımından feragat beyanı bakımından herhangi bir şekil zorunluluğunun bulunmadığı görüşü hâkim olmaktadır. Bu görüşe göre, örtülü bir irade beyanı ile ya da kanaat verici davranış yolu ile dahi zamanaşımından feragat edilebilmesi imkânı vardır. Bu şekilde olmak ile birlikte doktrinde, feragat beyanının örtülü olarak gerçekleştiğinin kabulü sıkı koşullara bağlanmakta, borçlunun bu yöndeki iradesinin açık olması gerektiği belirtilmektedir. Söz gelimi böyle bir feragat, güvence verilmesi halinde söz konusu olabilir.

Ceza Hukukunda Zamanaşımı

Kamu hukukunda yer alan zamanaşımını incelediğimiz, her hukuk alanında bulunan kendilerine özgü dava açma sürelerinin yanında, ceza hukukunda ve vergi hukukunda özel zamanaşımı süreleri yer almıştır. Zamanaşımı konusu ceza hukukunun en tartışmalı konularından bir tanesini teşkil etmektedir. Özellikle de ülkemizde yargılama sürelerinin uzun olması sebebinden ötürü zamanaşımı kurumu sık sık fiili bir affa dönüştüğü gerekçesi ile genel olarak eleştirilmekte ve toplumun tepkisini kendi üzerine çekmektedir. Ceza hukukunda zamanaşımını incelediğimizde devletin cezalandırma yetkisini ortadan kaldıran bir neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Suçun işlenmesinin ardından geçen zaman diliminin, devletin vereceği cezayı aşağıda incelenecek olan çeşitli gerekçelerle işlevsiz hale getireceğine ilişkin düşünceler zamanaşımının temelini meydana getirmektedir. Zamanaşımına uğramama kavramı hiçbir şeyi unutmayı kabul etmezken, af kurumu ise bunun tersine her şeyi unutmayı önermektedir.

Dava ve ceza zamanaşımı, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 1. Kitabının 4. bölümünde davanın ve cezanın düşürülmesi başlığı altında hüküm altına alınmıştır. Dava zamanaşımı süresinin dolması kamu davasının düşmesine yol açmaktadır. Ceza zamanaşımının dolması ise, sanık hakkında verilen cezanın düşmesine ve bu nedenden de infaz edilebilme imkânının ortadan kalkmasına yol açmaktadır.

Ceza hukukunda belirli bir süre geçmesi ile birlikte ceza davası açılmasını engelleyen ya da açılmış bir dava varsa bu davanın düşmesine yol açan süre dava zamanaşımı olarak açıklanırken, kesin hükmün üzerinden belirli bir süre geçmesi ile hükümde yer alan cezanın infazını önleyen süre ise ceza zamanaşımı olarak tanımlanmaktadır. Bu 2 zamanaşımı süresi birer anayasal kurum olmaları ile diğer hukuk alanlarındaki zamanaşımı sürelerinden açık bir şekilde ayrılır. Türk Hukuk Tarihinde, dava ve ceza zamanaşımı kurumlarına anayasal nitelik tanıyan ilk anayasa 1982 Anayasası olarak karşımıza çıkmaktadır.

Zamanaşımının Hukuki Niteliği

Zamanaşımının hukuki niteliği konusunda 3 temel görüş bulunmaktadır ve günümüzde bile bu konuda bir görüş birliği sağlandığı maalesef ki söylenemez. Varılacak sonuç sanığın hukuki durumunu ciddi bir biçimde etkilemiş olmaktadır. Buna ek olarak da zamanaşımının hukuki niteliği, verilecek hükmün niteliğinin belirlenmesinde de önem taşımaktadır.

Muhakeme Hukukuna Ait Bir Kurum Olduğunu Kabul Eden Görüş

Zamanaşımının muhakeme hukukuna ait bir kurum olduğunu kabul eden yazarlar vardır. Bu görüşü savunan yazarlar, aradan geçen zamanın devletin ceza verme yetkisine herhangi bir etki yapmadığı; ancak, ceza kovuşturmasına ve cezanın verilebilmesine engel olduğu düşüncesi içindedirler. Buna anlayışa göre de zamanaşımının olumsuz bir muhakeme şartı vasfı taşımakta olduğunu ileri sürmektedirler. Türk Ceza Kanunu zamanaşımı kurumunu kamu davasını düşüren nedenler arasında hüküm altına aldığına göre, kanunun da kurumun muhakeme hukukuna ait olduğunu kabul ettiği sonucuna rahat bir şekilde ulaşılabilir. Zamanaşımının Ceza Muhakemesi Kanununda değil, ceza kanununda düzenlenmiş olması da bunun bir maddi ceza hukuku olduğunu göstermez. Bu görüş içerisinde olanlar, zamanaşımını delillerin kaybolacağı esası üzerine kurarlar ve genel olarak da ceza zamanaşımını kabul etmezler.

Maddi Ceza Hukukuna Ait Bir Kurum Olduğunu Kabul Eden Görüş

Bu görüşü kabul edenler kendi içlerinde 2’ye ayrılmaktadırlar. Bazı yazarlar zamanaşımının suçun cezalandırılabilme vasfını ortadan kaldıran bir etkisi olduğunu ileri sürmektedir. Fakat diğer bir görüşte olanlar ise zamanaşımının fiilin suç olma vasfını ortadan kaldırmamış olduğunu, yalnızca devletin ceza verme yetkisini ortadan kaldırdığını ileri sürmektedirler.

Dava sonunda verilecek hüküm ile ilgili olarak 2. görüşte olan yazarlardan bazıları, zamanaşımının varlığı halinde dahi davaya sonuna dek devam edilerek mahkûmiyet ya da beraat hükmü verilmesini ve böylece ceza verme yetkisinin halen var olduğunun ilan edilmesi gerektiği, fakat sonuçta dava, zamanaşımına uğradığı için beraat kararı verileceği düşüncesini savunmaktadırlar. Diğer yazarlar ise, zamanaşımı süresinin dolması halinde artık dava açılamayacağı, açılmış davalara devam edilemeyeceği ve hükmedilmiş cezaların yerine getirilemeyeceği görüşünü savunmaktadırlar. Bahsetmiş olduğumuz iki görüşe göre de, zamanaşımı cezayı kaldıran bir sebep olarak açıklanmaktır; yalnızca ceza kovuşturmasını değil, devletin ceza verme yetkisini de ortadan kaldırmaktadır.

Karma Nitelikte Bir Kurum Olduğunu Kabul Eden Görüş

Zamanaşımının karma nitelik taşıdığını savunan yazarlar da vardır. Söz konusu olan bu yazara göre, bu kurum hem maddi ceza hukukuna hem de muhakeme hukukuna aittir. Bu taşıdığı vasıftan dolayı zamanaşımı, hem devletin ceza verme yetkisini ortadan kaldırır hem de bir muhakeme engeli etkisi gösterir. Bu yazarlardan kurumun maddi ceza hukuku yönünün ağır bastığını düşünenler, devletin cezalandırma yetkisinin ortadan kalkmasının muhakeme hukukunda etkisini bir ceza muhakemesi engeli olarak gösterdiği düşüncesi içerisindedirler. Bu anlayış içerisinde olan bazı yazarlar ise, dava zamanaşımının muhakeme kanununda, ceza zamanaşımının ise ceza kanununda yer almasının lazım olduğunu savunmaktadırlar. Bunu savunanlara göre dava zamanaşımı delillerin yitirilmesinden dolayı olarak muhakeme hukukuna, ceza zamanaşımı ise sosyal yararın kalmaması sebebi ile maddi ceza hukukuna aittir.

Türk Hukukundaki Durum

Öğretide genel olarak hukuki nitelik konusu bir bütün olarak incelenmiş ve ceza ve dava zamanaşımı arasında bir fark gözetilmemiştir. Bu noktada unutulmaması gereken en önemli husus ise hukuki nitelik konusundaki sorunun yalnızca dava zamanaşımı için söz konusu olduğudur. Çünkü ceza zamanaşımının muhakeme hukuku ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Zamanaşımının bir muhakeme hukuku kurumu olmadığını gösteren başka dayanaklar da vardır. Şayet zamanaşımı bir muhakeme hukuku kurumu olmuş olsaydı, zamanaşımı sürelerinin her bir suç için farklı belirlenmesini açıklamak imkânsız bir hale gelir ve bütün suçlar için de tek bir süre belirlemek gerekirdi. Hâlbuki kanun koyucu suçların ağırlıklarına göre farklı farklı süreler belirlemiştir ve bu durum ancak ve ancak bir maddi ceza hukuku kurumu için mümkün olabilir.

Ceza Kanunlarının Zaman Bakımından Uygulanması Ve Zamanaşımı

Yeni kanun yürürlüğe girdiği zaman, eski kanun uyarınca dava ya da ceza zamanaşımı süresi dolmuş ise, herhangi bir sorunla karşılaşılmayacaktır. Zira devletin cezalandırma yetkisi ortadan kalkmıştır ve kişinin dolan zamanaşımı süresine güvenmesi de gerekir. Devletin dolan zamanaşımı süresini geriye etkili olacak şekilde uzatması mümkün olmamaktadır. Anayasanın 38. Maddesinin 2. fıkrasının, birinci fıkraya yaptığı atıfla, zamanaşımı ile ilgili kurallarda lehe olan kanunun geriye yürüyeceği belirlenmiş olduğundan, Türk Hukukunda zamanaşımının maddi ceza hukukuna mı yoksa muhakeme hukukuna mı ait olduğuna ilişkin tartışmanın, bu normların zaman açısından uygulanması konusunda bir etkisi bulunmamaktadır. Aksi halde, zamanaşımının muhakeme hukukuna ait bir kurum olarak kabul edilmesi ihtimalinde, bu hukuk dalında zamana bakımından uygulama açısından hâkim ilke derhal uygulanabilirlik olduğundan dolayı yeni kanunda yer alan sürenin; maddi ceza hukukuna ait bir kurum olduğu kabul dildiğinde ise lehe kanunun geriye yürürlüğü ilkesi uyarınca, lehe olan kanun dikkate alınması gerekecekti. Failin lehine olan kanunun belirlenmesinde öğretide hâkim olan görüş ise failin fiili işlediği zamanın kanunu ile sonradan yürürlüğe giren kanunun daha lehe olan hükümlerinin alınarak karma bir uygulamaya gidilemeyeceğidir. Çünkü bu tip bir uygulamanın yargıcın üçüncü bir kanun yaratması anlamına geleceği yönünde anlaşılmaktadır. Burada yapılması gereken ise her 2 kanunun tüm hükümleri olaya uygulandıktan sonra, ortaya çıkan hükümlerden hangisi daha lehe ise, bunların karşılaştırılıp o hükmün uygulanmasıdır. Söz konusu olan bu değerlendirmede ise sonuç cezanın yanında kusurluluk şekli, yanılma, isnat yeteneği, hukuka uygunluk nedenleri, şahsi cezasızlık sebebi, dava ve cezayı düşüren sebepler, tekerrür vb. tüm hususlar da göz önünde bulundurulacaktır.

5252 Sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun lehe olan hükümlerin uygulanması başlıklı 9. Maddesinin 3. fıkrası da öğretide hâkim olan görüş ile uyumlu olduğu açıkça belirlenebilmektedir. Yargıtay uygulaması da lehe kanuna ilişkin değerlendirmede, her iki kanunun tüm hükümlerinin bir bütün olarak uygulanması gerektiği yönünde olduğu saptanmaktadır.

Dava Zamanaşımı

Dava zamanaşımı, suçun işlenmesinin üzerinden belirli bir vaktin geçmesi, devletin cezalandırma yetkisinin ortadan kalktığı kabul edilerek, kamu davasının düşmesine yol açmaktadır. Kanunda yer almakta olan bu süre, dava zamanaşımı süresi olarak adlandırılmaktadır. Dava zamanaşımının, maddi ceza hukukuna ait fakat muhakeme hukukunu da etkileyen bir kurum olduğu yönündeki hâkim görüşe katıldığımızı anlattıklarımızdan belirtmiştik. Bu bağlamda asıl ortadan kalkan devletin cezalandırma yetkisidir ve davanın düşmesi de bunun doğal bir sonucu olarak meydana gelmektedir. Bu sebep ile kurumun dava zamanaşımı olarak adlandırılmasının, ona usuli bir nitelik tanınmasını zorunlu kılmadığını ve yerleşmiş bir terim olan dava zamanaşımından vazgeçmek için geçerli bir neden olmadığıdır.

Dava Zamanaşımına Uğramayan Suçlar:

1-Soykırım suçu, insanlığa karşı suçlar ve bu suçları işlemek için örgüt kurma ya da yönetme suçu

2-Türk Ceza Kanunu 2. Kitap dördüncü kısımda yer almakta olan yurt dışında işlenmiş suçlardan, ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ya da 10 yıldan fazla hapis cezası

Dava Zamanaşımı Süresinin Belirlenmesi:

Dava zamanaşımı süreleri 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 1. fıkrasında yer almaktadır. Öte yandan kanunda belirlenmiş olan bu sürelerin hangi cezaya göre belirleneceği konusu öğretide tartışmalı konulardandır. Bu konuda ileri sürülen 2 temel görüş bulunmaktadır. Bu görüşlerden ilki “ soyut ceza sistemi ”, diğer bir görüş ise “ somut ceza sistemi ” olarak adlandırılmaktadır. Bunlara ek olarak bu 2 sistemin bazı özellikleri birleştirilerek oluşturulan karma sistem önerileri de mevcut olmaktadır. Aşağıda söz konusu sistemler ele alınacaktır.

Zamanaşımı Süresinin Soyut Ceza Sistemine Göre Belirlenmesi ( Kanunda Yazılı Cezaya Göre Belirlenmesi – Objektif Sistem )

Soyut ceza sisteminde dava zamanaşımı, kanunun o suç için öngörmüş olduğu cezaya göre belirlenir. Başka bir deyiş ile bu sistemde, ağırlaştırıcı ve hafifletici sebeplerin zamanaşımı süresinin belirlenmesine herhangi bir etkisi yoktur. Bu görüşü savunan yazarlar, ceza davasının bitmediği ve fiilin somut olarak gerektirdiği cezanın belli olmadığı gerekçesi ile olaydan ve failden soyut olarak, kanunda o suç için öngörülen cezanın üst sınırının dava zamanaşımının belirlenmesinde kullanılabilecek tek ölçü olduğunu savunurlar. Bu yazarlar somut ceza sistemine, hâkimlerin keyfi kararları ile zamanaşımı süresinin değişmesi sonucuna yol açabileceği nedeni dolayısı ile karşı çıkmaktadırlar. Bu bağlamda da somut ceza sisteminin uygulanması halinde birbirine benzer 2 olayda hâkimin haksız tahrikin varlığına hükmetmesi ya da etmemesinin, bu iki olayın farklı zamanaşımı sürelerine tabi olmasına yol açacağını ileri sürerek, somut ceza sisteminin yerinde olmadığını ispat etme girişimlerinde bulunmuşlardır.

Somut ceza sistemini incelemiş olduğumuzda, dava zamanaşımının hangi cezaya göre tespit edileceği de öğretide tartışma konusu olmuştur. Bu görüşlerden ilki, cezanın üst sınırının dikkate alınması gerektiği yönünde iken, diğer bir görüş ise üst sınırı ölçü almanın çok aleyhe bir yaklaşım olduğu ve mahkemelerin neredeyse hiçbir zaman üst sınıra kadar çıkarak ceza vermemelerinden yola çıkarak alt ve üst sınırların ortalamasının alınması şeklinde ortalama bir formül benimseme eğiliminde olmaktadır.

Zamanaşımı Süresinin Somut Ceza Sistemine Göre Belirlenmesi ( Suçluya Verilmesi Gereken Cezaya Göre Belirlenmesi – Sübjektif Sistem ):

Bu sistemi savunan yazarlar da suçtan doğan sosyal zararın soyut olarak dikkate alınamayacağını, somut bir olay olan suçun kendisini etkileyen tüm haller ile birlikte dikkate alınması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Soyut ceza sisteminde hafifletici sebeplerin dikkate alınmamasının sanığın aleyhine olduğu, oysa ki ceza zamanaşımında hükme konu olan sonuç ceza, bu nedenleri de içerdiği ve 2 tür zamanaşımı arasında bu konuda bir ayırım yapmanın bir anlamı olmadığı düşüncesindedirler. Somut ceza sisteminde faile verilmesi gereken ceza esas alınır. Hangi cezanın esas alınacağı konusunda belli başlı 2 tip somut ceza sistemi öngörülmüştür.

Türk Ceza Kanununda Kabul Edilen Sistem:

Dava zamanaşımının hesaplanması konusunu düzenlemekte olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 3. fıkrasında, sürenin hesabında suçun daha ağır cezayı gerektiren nitelikli hallerinin de dikkate alınacağını da açıkça belirlenmiştir. Kanuni düzenleme açık olmasına rağmen Türk öğretisinde dava zamanaşımının hesaplanması konusunda somut ceza sisteminin kabul edildiğini ileri süren yazarlar olduğu gibi, soyut ceza sisteminin kabul edildiğini iddia eden yazarlar da bulunmaktadır.

Çocukların İşlediği Suçlarda Dava Zamanaşımı Süresinin Belirlenmesi

5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 2. fıkrasında çocuklar ile yetişkinler arasında pozitif ayrımcılık yapılarak çocukların işlemiş olduğu suçlarda zamanaşımı süresini yetişkinlerin işlediği suçlara kıyasla daha kısa tutmuştur. Bu tip bir ayırım hukukumuza ilk kez 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ile girmiştir. Buna göre Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 2. fıkrasında, fiili işlediği sırada ceza sorumluluğu olan fakat 15 yaşının doldurmamış çocuklar açısından dava zamanaşımı süresini, o suç için öngörülmüş olan dava zamanaşımı süresinin yarısı olarak hüküm altına alınmıştır. Aynı maddede, fiili işlediği sırada 15 yaşının doldurmuş fakat 18 yaşını doldurmamış olan çocuklar yönünden zamanaşımı süresi, bir önceki grupta yer alan çocuklardan daha fazla fakat yetişkinlerden daha az olacak şekilde, o suç için öngörülmüş olan zamanaşımı süresinin üçte ikisi olarak düzenlenmiştir.

Seçimlik Cezayı Gerektiren Suçlarda Dava Zamanaşımı

Seçimlik cezayı gerektiren suçlarda hangi tür cezanın esas alınarak zamanaşımı süresinin belirleneceği 765 sayılı Türk Ceza Kanunu döneminde oldukça tartışmalı konulardan biriydi. Kanundaki bu boşluğun içtihadı birleştirme kararıyla doldurulması yoluna gidilmişti. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 4. fıkrasında yer alan “ seçimlik cezayı gerektiren suçlarda hapis cezası esas alınır ” şeklinde yer alan düzenleme ile bu tartışmayı sona erdirmiştir.

Suçların İçtimaı Halinde Dava Zamanaşımına Esas Alınacak Ceza

Suçların içtimaı durumunda hangi cezanın zamanaşımına esas alınacağını içtimaın türüne göre belirlemek gereklidir. Bileşik suçun varlığı halinde, bu suçu meydana getiren diğer unsur ya da ağırlaştırıcı neden teşkil eden suçların zamanaşımına uğraması, bileşik suçun da zamanaşımına uğramasını gerektirmez. Zira bu suçlar bileşik suç içerisinde eriyerek bağımsız varlıklarının kaybettikleri görülür. Geçitli ( karma ) suçlarda da görünüşte normlar çatışması söz konusu olmaktadır. Fail, hafiften ağıra doğru izlediği suç yolu içerisinde yalnızca en ağır suçtan cezalandırılacağından dolayı bu suçtan daha hafif olan suçların zamanaşımına uğraması önem taşımamaktadır.  Gerçek içtima durumu meydana gelmiş ise her suç bağımsız varlıklarını sürdürmekte olduğundan, her suç tabi olduğu zamanaşımı süresi sonunda ayrı ayrı zamanaşımına uğramış olacaktır.

Dava Zamanaşımını Durduran Nedenler

Dava zamanaşımını durduran nedenler Türk Ceza Kanununda, Ceza Muhakemesi Kanununda ve bu kanunlara ek olarak bazı özel ceza kanunlarında yer almaktadır.

  • İzin ya da karar alınması için ilgili makama başvuru yapılması
  • Bekletici sorun
  • Fail hakkında verilmiş olan kaçaklık kararı
  • Bankacılık Kanunu kapsamında olan kamu davalarında dosyanın bilirkişiye gönderilmesi
  • Kamu davasının açılmasının ertelenmiş olması
  • Kamu davasında verilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması
  • Uzlaşma teklifinde bulunulması

Dava Zamanaşımının Durmasının Sonuçları

5237 sayılı Türk Ceza Kanunda kesme sebeplerinden farklı olarak, durma halinde dava zamanaşımının en çok ne kadar uzayabileceğine ilişkin bir üst sınır henüz yer almamaktadır. Bu sebepten dolayı öğretide Anayasaya aykırılık iddiasının çözülmesi için belirlenen 5 aylık süre dışında, teorik olarak dava zamanaşımının sonsuza kadar durabileceği de ileri sürülmektedir. Söz konusu olan bu tespit kaçaklık kararı bakımından tamamen doğru bir değerlendirme olacağını söyleyebiliriz. Kaçağın ele geçirilememesi halinde zamanaşımı kaçağın vefatına dek durur. Diğer bir yandan diğer nedenler açısından sonsuza dek durma ancak teorik olarak mümkün olmaktadır. Çünkü er ya da geç yetkili merci izin veya karar talebine cevap verecek, bekletici sorun çözülecek, dosya bilirkişiden dönecek, erteleme ya da denetim süresi dolmuş olacaktır.

Durma halinde de kesici bir nedenin ortaya çıkması halinde ne olacağı sorunu da, dava zamanaşımının durması konusu ile ilgili olarak öğretide tartışılan hususlardan biri olmaktadır. Bu konuda görüş belirten bazı yazarlara göre, durma halinde kesici sebebin etkisi olmayacağını zira duran bir sürenin kesilmesinin düşünülemeyeceği hususunu ileri sürmüşlerdir. Bilindiği üzere kesilmenin sonucu dava zamanaşımı süresinin yeni baştan işlemeye başlamasıdır. Hâlbuki bir durma nedeni varken, dava zamanaşımının işlemesi söz konusu olamayacağından, süre dururken kesilmenin hükümlerinin tam olarak uygulanması mümkün değildir. Bu neden ile durma süresi içerisinde gerçekleşen kesme nedeninin dava zamanaşımı açısından hiçbir hükmü olmadığı söylenebilir. Öte yandan da dava zamanaşımı süresi dururken ortaya çıkabilecek kesme nedenlerinin sayısının sınırlı sayıda olması sorunun önemini az da olsa hafifletmektedir.

DAVA ZAMANAŞIMININ KESİLMESİ Ve NEDENLERİ

Dava zamanaşımının kesilmesi, kanunda açık bir şekilde sayılmış olan bazı hukuki fiillerden dolayı, o ana kadar işlemiş olan dava zamanaşımı süresinin işlememiş sayılmasını ve dava zamanaşımı süresinin yeni baştan işlemeye başlaması anlamına gelmiş olmaktadır.

Öğretide, dava zamanaşımının kesilmesini yerinde bulan yazarlar olduğu gibi, bu kavrama tamamen karşı olan yazarlar da bulunmaktadır. Kesilme nedenlerinin var olması gerektiği düşüncesinde olan yazarlar, dava zamanaşımı kesen nedenlerin, durma nedenlerinde olduğu gibi, zamanaşımını varlık sebebini açıklayan görüşler ile aynı esasa dayandırmış olmaktadırlar. Dava zamanaşımının kesilmesi kurumunun modern ceza kanunları tarafından kabulü ve kurumun uygulama alanının yargı kararları ile genişletilmiş olması, Cumhuriyet savcısının kamu davasını açmakta ihmali olabileceğine dair görüşlerin de zamanaşımı kurumuna yabancı olmadığını meydana çıkarmaktadır. Kesme nedenlerinin var olması gerektiğini savunan yazarlar suçtan kaynaklanan sosyal sarsıntı sürdükçe, suçlunun cezalandırılmasında kamunun yararı olduğu düşüncesinden hareket ile dava canlı ve hareketli oldukça zamanaşımının söz konusu olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerine ek olarak da davayı canlı ve hareketli tutan tüm olayların zamanaşımını keseceği sonucuna varmışlardır. Bu yazarlar, bu görüşün aksini kabul etmenin adalet cihazının elinden silahını almakla eş anlama geleceği düşüncesi içerisindedirler.

Dava zamanaşımının kesilmesine karşı çıkan yazarlar, kanunun hem bir zamanaşımı süresi belirleyip, ardından da söz konusu olan bu sürenin uzayıp gitmesine izin vermesinin dava zamanaşımının varlık amacına ve eşitlik ilkesine aykırı olduğu düşüncesini savunurlar. Bu yazarlar, şayet kesmenin amacı zamanaşımı süresini uzatmaksa, bu süreleri belirlemiş olmanın kanun koyucunun elinde olduğunu ifade etmişlerdir.

Ortaya çıkan 3. bir görüş ise kesme sebeplerini kabul eden ve reddeden görüşleri bağdaştırmayı amaç edinmektedir. Bu görüş ortada kamusal bir yarar yoksa kamu davasının ortadan kalkması gerektiğini ileri sürmektedir. Fakat şu var ki sırf bu sebep ile dava zamanaşımının hiçbir neden ile kesilememesi yönündeki çıkarıma karşı çıkmaktadır. Diğer bir yandan bu görüş, her türlü muhakeme işleminin dava zamanaşımının kesmesini vatandaşların haklarının uzun süre tereddütlü durumda kalmasına ve keyfiliğe yol açacağı yönündeki görüşleri benimsemiş olmaktadır. Buna göre de örneğin suçtan zarara görenin ya da sanığın yaptığı işlemler zamanaşımının kesmemelidir. Özet ile bu görüş, her türlü muhakeme işleminin zamanaşımını kesmesinin haklı görülemeyeceğini, ancak önemli bazı işlemlere kesici etki tanınması gerektiğinin ifade etmektedir.

Dava zamanaşımını kesen nedenler 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 67. maddesinin 2. fıkrasında, durma sebeplerini takiben sayılmıştır. Buna göre dava zamanaşımının kesen sebepler; şüpheli ya da sanıklardan birinin savcı huzurunda ifadesinin alınması veya sorguya çekilmesi, şüpheli ya da sanıklardan biri hakkında tutuklama kararının verilmesi, suç ile ilgili olarak iddianame düzenlenmesi ve sanıklardan bir kısmı hakkında da olsa mahkûmiyet kararı verilmesi olmak üzere 4 adettir.

Şüpheli veya Sanığın Cumhuriyet Savcısı Tarafından İfadesinin Alınması veya Sorguya Çekilmesi

İfade alma, Ceza Muhakemesi Kanununda , “ şüphelinin kolluk görevlileri ya da Cumhuriyet savcısı tarafından soruşturma konusu suçla ilgili olarak dinlenmesi ” olarak ifade edilmektedir. Madde metninde yer almakta olan “ ifade alma ” ve “ sorgu ” terimlerinin anlamı Ceza Muhakemesi Kanunun tanımlar başlıklı 2. maddesinde yer almaktadır. Hükümden açık bir şekilde anlaşıldığı üzere de sorgunun kesici etkisi yapabilmesi için kesinlikle sanık ya da şüpheli sıfatıyla yapılması ve dava ile ilgili olması gerekir. İşlemin istinabe eden mahkeme ya da naip hâkim tarafından yapılması durumunda da dava zamanaşımı kesilmiş olur. Sanığın susma hakkını kullanması halinde de sorgunun yapıldığının kabul edilmesi gerekir. Bu bağlamda sanığın daha önce tanık ya da bilirkişi sıfatı ile dinlenmesi, bozmaya karşı ne diyeceğinin veya duruşmada çeşitli sorular sorulması ya da keşifte hazır bulunan sanığa bazı sorular sorulması dava zamanaşımını kesmez. Bu ve benzeri gibi daha önce bir mahkeme tarafından sorguya çekilmiş olan sanık hakkında bu mahkemenin görevsizlik kararı vermesi üzerine, görevli mahkeme sanığı yeniden sorgulasa dahi, bu sorgu dava zamanaşımını kesici etkiye sahip değildir.

Şüpheli ya da Sanıklardan Biri Hakkında Tutuklama Kararı Verilmesi

5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 67. maddesinin 2. fıkrası uyarınca, dava zamanaşımını kesen diğer bir neden şüpheli ya da sanıklardan biri hakkında hâkim tarafından tutuklama kararı verilmiş olmasıdır. Ceza Muhakemesi Kanunun 100. maddesinde sayılan koşulların gerçekleşmesi üzerine, soruşturma evresinde şüphelinin tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde ise sanığın tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine veya re ‘sen mahkemece karar verilir. ( Ceza Muhakemesi Kanunu m. 101/1 ). Tutuklama kararı hangi suç için verilmiş ise, sadece o suçun tabi olduğu dava zamanaşımı süresi kesilir. Bunun nedeni ise kesme suç teşkil eden fiile ilişkindir ( in rem ).

Suçla İlgili Olarak İddianame Düzenlenmesi

İddianame, 765 sayılı Türk Ceza Kanununda olduğu gibi 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda da dava zamanaşımını kesen bir neden olarak yer almaktadır. Bu 2 kanun arasındaki fark 765 sayılı Türk Ceza Kanunda “ mahkemeye yazılan iddianamenin ” kesici etkiye sahip olduğu belirtilmişken, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda ise  “ suçla ilgili olarak iddianame düzenlenmesi ” ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Bu 2 kanunun farklı zaman dilimlerine mi işaret etmek istediği hususu öğretide tartışmalıdır. Bir görüş iddianamenin düzenlediği anda zamanaşımının kesileceğini ifade etmektedir. Diğer başka bir görüş ise iddianamenin düzenlemesi kavramının tek başına bir anlamı olmadığını ileri sürmektedir. Kanunun sadece sözü dikkate alınmış olursa iddianamenin düzenlenmesinin yeterli olduğu kabul edilmesi gerekir. Şu var ki böyle bir kabul, iddianamenin düzenlenme anının tespiti ve iddianamenin şekli unsurlarının tam olup olmadığı ile ilgili pek çok tartışmayı da beraberinde getirecektir. Bu durumda, örneğin Cumhuriyet savcısının dosyaları arasında unutulmuş bir iddianamenin, aradan çok uzun süre geçtikten sonra ortaya çıkması ve dava zamanaşımının bu iddianameye göre kesildiğinin ileri sürülmesi mümkün olabilecektir.

Sanıklardan Bir Kısmı Hakkında Mahkûmiyet Hükmü Verilmesi

Ceza Muhakemesi Kanunun 223. Maddesine göre açıkça “ mahkûmiyet ” denilmesi karşısında diğer hüküm ve karar çeşitlerinin dava zamanaşımını kesmeyeceği sonucuna varmamız gerekir. Zaten failin lehinde verilen örneğin beraat gibi bir hükmün, fail aleyhine etki yaparak zamanaşımının kesmesi yerinde olması mümkün değildir. Mahkûmiyet hükmünün kesinleşmemiş olması gerekir. Çünkü kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü ceza zamanaşımının başlangıcı ve dava zamanaşımının ortadan kalkması anlamına geleceğinden dolayı dava zamanaşımının kesilmesi söz konusu olamaz. Hükmün verilmesi yeterli olup, sanığa tefhim ya da tebliğ edilmesine gerek yoktur. Mahkûmiyet hükmü Yargıtay tarafından bozulduktan sonra, ilk derece mahkemesinin kararında direnmesi halinde yeni bir mahkûmiyet hükmü verilmiş olacağından ötürü zamanaşımı da yeniden kesilmiş olur. Verilen hüküm sonradan bozulmuş olsa bile bu durum, önceden kesilmiş olan dava zamanaşımı süresi üzerinde herhangi bir değişikliğe yol açmaz.

Dava Zamanaşımının Kesilmesinin Sonuçları

Dava zamanaşımın kesilmesinin en önemli sonucu, durmasından farklı olarak, o güne kadar geçmiş olan tüm sürenin yok sayılması ve dava zamanaşımı süresinin en baştan başlayarak tam olarak işlemesidir. Yeni zaman aşımı süresinin başlangıç günü kesilme nedeninin ortaya çıktığı gün olarak ele alınır. Sürelerin hesabı 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 72. Maddesine göre yapılır.

Kanun koyucu dava zamanaşımı süresinin birbirini takip eden kesilmeler sonucu sonsuza dek sürmesini önlemek amacı ile 67. maddenin 4. fıkrasında dava zamanaşımı süresinin kesilmesi halinde dahi aşılamayacak bir üst sınır belirlemiştir. Hükmün aynısı, eski 765 sayılı Türk Ceza Kanunun 104. maddesinde yer almaktaydı. Gerek eski kanun döneminde gerek ise günümüzdeki kanunda, sürenin tek bir kesilme ile kendiliğinden bir buçuk katına mı çıktığı, yoksa sürenin üst sınırı aşmamak koşulu ile kesildiği kadar mı uzayacağı konusunda öğretide henüz bir görüş birliği yoktur. Ancak şu var ki hâkim olan görüş, sürenin kendiliğinden bir buçuk katına çıkmadığı yönündedir. Kanımızca da kanun koyucu sürenin kendiliğinden bir buçuk katına çıkmasını istemiş olsaydı, “ kesilme halinde dava zamanaşımı süresi yarısı kadar uzar ” gibi kesin bir ifade kullanır ve “ en fazla ” ibaresini kullanmış olmazdı. Burada yer almakta olan “ en fazla ” kelimesi, uzamanın farklı olaylarda farklı miktarlarda olabileceği, ama ne olursa olsun bu uzamaların toplamının üst sınırı aşamayacağı anlamına gelmektedir.

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca dava zamanaşımı süresinin üst sınırının belirlenmesinde, yıl üzerinden belirlenen sürelerde yapılacak olan artırımlar ay olarak yapılmaktadır. Yani denen o ki on beş yıllık bir dava zamanaşımı süresinin üst sınır 22,5 yıl değil, 22 yıl 6 ay şeklinde olmaktadır. Uygulamada bu iki sürenin birbirine eşit olmadığının gözden kaçırılmaması gerekir.

Birden fazla kesme sebebin aynı anda ortaya çıkması halinde, dava zamanaşımı süresinin son kesme nedeninin gerçekleştiği tarihten itibaren yeniden işlemeye başlayacağı 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 67. maddesinin 3. fıkrasında açık bir şekilde hüküm altına alınmıştır.

İştirakin maddi, manevi, beraber işleme ya da yardım etme şeklinde olması bir önem taşımaz. Suça ne şekilde iştirak etmiş olursa olsunlar, tüm failler hakkında dava zamanaşımı kesilir. Söz konusu kesme hakkında soruşturma açılmamış ya da kovuşturmaya başlanmamış suç ortakları bakımından da etkili olmaktadır. Fakat şu var ki bir ortak hakkında yanlışlıkla zamanaşımı sonucu düşme kararı verilmiş ise bu karar diğer ortaklara etki etmez.

Dava Zamanaşımının Sonuçları

Dava zamanaşımı süresini dolmasının ilk ve en önemli sonucu, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 1. fıkrasında belirtilmiş olduğu üzere kamu davasının düşmesidir. Davanın düşmesi devletin suç sebebi ile ortaya çıkan cezalandırma yetkisinin ortadan kalkmasından kaynaklanmaktadır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, burada yöntem bakımından 765 sayılı Türk Ceza Kanunundan daha farklı bir düzenleme içermektedir. 765 sayılı Türk Ceza Kanunun 102. maddesinde belirlenen dava zamanaşımı sürelerinin geçmesiyle kamu davasının ortadan kalkacağını ifade edilmekteydi. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ise, yukarıda belirtildiği üzere kamu davasının düşmesinden bahsetmiş olmaktadır. Dava zamanaşımı süresinin dolduğuna karar verecek ve bundan dolayı davayı düşürecek olan ise mahkemedir. 765 Türk Ceza Kanunun sisteminde ise, dava zamanaşımı süresinin dolduğunu gören Cumhuriyet savcısının dava açmamak ile yükümlü olduğu kabul edilmekteydi.

5237 sayılı Kanunda, “ kamu davasının ortadan kaldırılması ” ibaresi yer almadığından, Yargıtay’ın muhakeme hukukunun esaslarına aykırı bu uygulamasına son vererek, zamanaşımının gerçekleştiği davalarda düşmeye hükmedeceğini zannetmekteyiz. Nitekim 2006 yılında hükmün düzeltilerek onanmasına karar verilen bir davada Ceza Genel Kurulu, “ kamu davasının ortadan kaldırılması ibaresi yerine kamu davasının düşürülmesi ibaresi benimsenerek… ” ifadesi ile davanın düşmesine hükmetmiştir. Diğer bir yandan halen kamu davasının ortadan kaldırılmasına hükmedilen Özel Daire kararlarına da rastlamak mümkündür.

Dava zamanaşımı 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 72. maddesi uyarınca re ‘sen uygulanır ve bundan şüpheli, sanık ve hükümlü vazgeçemezler. Bu kanuna böyle bir hüküm konulmasının nedeni, zamanaşımının suçlunun değil, kamunun yararı için kabul edilmiş olmasıdır. Buna göre açılan kamu davasında davanın aşamalarına göre mahkeme ya da Yargıtay re ‘sen ve diğer iddialardan önce davanın düştüğüne karar vermesi gerekir. Ancak dava düşme kararı yerine beraat kararı verilebilecek bir aşamada ise Ceza Muhakemesi Kanunun 223. maddesinin 9. Fıkrası uyarınca beraat kararı verilir. Zamanaşımının re ‘sen göz önüne alınması ilkesine karşılık olarak, sanığın düşme gibi şekli bir hükme karşılık, uyuşmazlığı esastan çözen ve masumiyetini kanıtlayan beraat hükmünü tercih edebilmesi imkânının tanınması gerektiği öğretide ileri sürülmüştür. Çünkü düşme kararı masum olduğunu düşünen sanık açısından tam bir aklanma sağlamamaktadır. Fakat toplumun zaman içerisinden yok olmuş bir uyuşmazlığın yeniden canlandığını görmekte hiçbir faydası bulunmadığı düşüncesi karşısında bu haklı görülebilir itiraz kabul görmemiştir. Konuya ilişkin bir kararında Yargıtay, dava zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle verilen düşme hükmünü temyiz eden sanıkların bu talebini, hükmü temyizde hukuki yararları bulunmadığı gerekçesiyle reddetmiştir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 74. maddesinin 2. fıkrasında yer alan hükme göre kamu davasının düşmesi, malların geri alınması ve uğranılan zararın tazmini için açılan şahsî hak davasını etkilemez. Fakat Borçlar Kanununun 60. maddesinin 1. fıkrası uyarınca, haksız fiil aynı zamanda suç teşkil ediyor ve suçun tabi olduğu dava zamanaşımı süresi haksız fiilin bağlı olduğu zamanaşımı süresinden uzun ise, haksız fiilin de suçun bağlı olduğu dava zamanaşımı süresine tabi olacağını hüküm altına almıştır. Dolayısı ile fiil suç teşkil ediyorsa dava zamanaşımı süresinin dolmasıyla, haksız fiil zamanaşımı süresi de dolmuş olacaktır. Bu tespit, haksız fiil teşkil etmekte olan bir suçun dava zamanaşımına uğramayan suçlardan olması halinde, haksız fiilin de zamanaşımına uğramayacağı anlamına gelir.

Ülkemizin de taraf olduğu Suçluların İadesi Hakkında Avrupa Sözleşmesi’nin 10. maddesi uyarınca, davanın ya da cezanın zamanaşımına uğramış olması, şüpheli ya da sanığın iadesini engelleyen bir nedendir. Çünkü bu halde talep etmenin bir anlamı yoktur, zira talep edilen kişi hakkında işlem yapılması mümkün değildir. Suçluların iadesinde dava zamanaşımının belirlenmiş olmasında, talep tarihinin esas alınması gerektiği ifade edilmektedir.

Hakkını uzun zaman aramayan alacaklı, hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılmış olması lazımıdır. Kamu yararı, hukuk güvenliği ve sosyal barış bunu gerektirir. Çünkü uzun yıllar öncesine dayandırılan bir alacak iddiasına muhatap olan kişinin söz konusu borcu ödediğini ya da borcun sona erdiğini kanıtlaması neredeyse olanaksız görünmektedir. Bu sebep ile borçlarını ifa etmiş borçluları, ifaya ilişkin delillerini sonsuza kadar saklama mecburiyetinden kurtarmak ve borcunu bir defa ifa eden borçluyu bir kere daha borcu ifa etmek korkusu içinde bırakmamak gerekir. Bu açıdan zamanaşımı kamu yararını ilgilendirir ve kamu düzenini sağlamaktadır.

Belirli bir sürenin geçmesinin, gerek kamu hukukunda gerekse özel hukukta birbirinden farklı nedenler ile birtakım değişikliklere yol açtığı kabul edilmiş ve geçen süreye hak düşümü ve zamanaşımı olmak üzere 2 ayrı sonuç bağlanmıştır. Özel hukukta zamanaşımı kendi içerisinde, kazandırıcı zamanaşımı ve düşürücü zamanaşımı olmak üzere 2’ye ayrılır. Eşya hukukuna ait bir kurum olan kazandırıcı zamanaşımı, belirli bir sürenin geçmesi ile bir kimsenin ayni hak iktisap etmesine yol açmaktadır. Bu tarz bir zamanaşımının kabul edilmesindeki etken de malın mülkiyetin kime ait olduğuna dair belirsizliğinin uzun süre devam etmemesindeki kamu yararıdır. Borçlar hukukunun konusu olan düşürücü zamanaşımı ise, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden “ dava edilebilme niteliğinden yoksun kalabilmesini ” ifade eder. Böylece, zamanaşımı alacak hakkını sona erdirmemekte, fakat onun dava edilebilme niteliğini zayıflatarak onu bir eksik borç haline getirmektedir. Düşürücü zamanaşımına baktığımızda ise, eskiye dayanan alacakların hiç doğmadığı ya da sona ermiş olduğudur. Böylece, uzun süre sonra ortaya çıkacak alacak iddialarına karşı borçlunun korunması ve hukuki ilişkilerdeki güvenliğin sağlanması amaçlanmaktadır. Alacak hakkı dışında kalan haklar, ilke olarak zamanaşımına uğramamaktadır.

Özel hukukta kaybettirici zamanaşımının alacağın dava edilebilme özelliğini zayıflatması farklı görüşlere bağlanmaktadır. Bu görüşlerden ilki, alacak hakkının üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen kullanılmamasının onun sona erdiğine ya da hiç var olmadığına dair bir karine teşkil ettiğidir. İkinci görüşe göre, alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kişinin, bu hakkın artık korunmaya değer olmadığını kabul etmiş sayılması gerekmektedir. Bir diğer görüş, uzun süre geçtikten sonra borçlunun ya da mirasçılarının borçtan sorumlu tutulmalarının kamu yararına aykırı olduğunu kabul etmiştir. Son olarak, aradan uzun zaman geçtiği için incelenmesi zor eski olaylarla mahkemelerin işlerini arttırılmaması gerektiği de ileri sürülmüştür.

Zamanaşımı, Türk Ceza Hukukunda davayı ve cezayı düşüren nedenlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Zamanaşımı özel hukuk kaynaklı bir kurum olsa da, günümüzde özel hukuktaki zamanaşımı ile ceza hukukundaki zamanaşımının nitelik ve özellikleri birbirinden tamamen farklıdır. 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan bu fark, birey haklarını doğrudan ilgilendiren ceza hukukunun, daha çok kişiler arası ilişkileri düzenleyen özel hukukla farklı esaslara tabi olması gereğinin doğal bir sonucudur. Buna ek olarak farklı ceza hukuku sistemlerinde dahi, zamanaşımına ilişkin düzenlemeler ve zamanaşımının dayandığı esasların birbirinden farklı olduğu görülmektedir.

Ceza hukukunda zamanaşımı, dava ve ceza zamanaşımı olarak 2’ye ayrılır. Zamanaşımı bir maddi ceza hukuku kurumudur fakat ceza muhakemesi hukukunda da bazı etkiler doğurmaktadır. Türk Ceza Hukukunda zamanaşımının bu niteliği, Anayasanın 38. maddesiyle de güvence altına alınmış bulunmaktadır. Zamanaşımının esası cezalandırmadaki sosyal yararın ortadan kalkmasına dayanmaktadır. Suçun işlendiği günün üzerinden geçen zaman, bir süre sonra devletin ceza yaptırımı ile müdahale ederek sosyal düzeni yeniden kurmasına yönelik ihtiyacı ortadan kaldırmaktadır. Diğer bir yandan özellikle uluslararası alanda işlenen ve kamu düzenini derinden sarsan bazı suçlarda, bu yapar hiçbir zaman ortadan kalkmadığı kabul edilmektedir. Bu suçların cezalandırılmasında sosyal yararın her zaman var olması, zamanaşımına uğramazlık kavramının doğmasına yol açmıştır.

Türk Ceza Hukuku’nda dava zamanaşımı sürelerinin belirlenmesinde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun kabul ettiği sistem somut ceza sistemidir. Dava zamanaşımı süreleri ise suçun işlendiği günü izleyen günden itibaren işlemeye başlamaktadır.

Dava zamanaşımını durması, kamu davasının ortaya çıkan engel nedenlerden dolayı yürütülememesinin, kesilmesi ise kanun koyucunun özel önem atfettiği bazı ceza muhakemesi işlemlerinin o ana dek işleyen dava zamanaşımı süresini anlamsız hale getirmesinin sonucudur. Dolayısıyla yasama organı, zamanaşımı teorisinin esaslarına aykırı ve keyfi bir şekilde bu nitelikleri haiz olmayan halleri durma ya da kesme nedeni olarak düzenlememesi gerekir.

Ceza zamanaşımı sürelerinin dava zamanaşımı sürelerine kıyasla çok daha uzun olması, bu kurumun dava zamanaşımına göre çok daha az uygulama alanı bulmasına yol açmaktadır. Her ne kadar ceza zamanaşımı, zamanaşımının dayandığı esasa aykırı olduğu nedeni ile dava zamanaşımına göre çok daha acımasızca eleştirilmişse de, günümüzde durum bir başka sebep ile tersine dönmüş gibi gözükmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir